11 Aralık 2013 Çarşamba
16 Eylül 2013 Pazartesi
Milli Gazete - Hak Geldi, Batıl Zail Oldu | İbrahim Halil Er - Lozan antlaşması ile ilgili bilinmeyenler (24 Temmuz 1923)
Milli Gazete - Hak Geldi, Batıl Zail Oldu | İbrahim Halil Er - Lozan antlaşması ile ilgili bilinmeyenler (24 Temmuz 1923)
Lozan antlaşması ile ilgili bilinmeyenler (24 Temmuz 1923)
İbrahim Halil Er
15 Eylül 2013 Milli Gazete
Lozan antlaşması ile ilgili bilinmeyenler (24 Temmuz 1923)
İbrahim Halil Er
15 Eylül 2013 Milli Gazete
7 Eylül 2013 Cumartesi
Milli Gazete - Hak Geldi, Batıl Zail Oldu | İbrahim Halil Er - Peygamberimiz (sav)in son saatleri
Milli Gazete - Hak Geldi, Batıl Zail Oldu | İbrahim Halil Er - Peygamberimiz (sav)in son saatleri
Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (sav), diğer bütün insanlar gibi Rabbi’nin çağrısına uyarak vefat etti.
Peygamberimiz (sav)in Hastalanması
Peygamberimiz artık 63 yaşına girmişti. Bu dönemde sık sık hastalanıyordu. Fakat vefatına yakın bir zamanda hastalığı daha da şiddetlenmişti. Peygamberimiz (sav) bu hastalığı için şöyle diyordu: “Zaman zaman bu zehirden muzdarip oldum. Şimdi beni şahdamarımdan vurdu.” (İbn-i Hişam) Peygamberimiz (sav) Hayberin fethi sırasında bir Yahudi kadın tarafından (Zeynep b. Haris) verilen yemekle zehirlenmişti. Gerçi kendisi zehrin farkına vararak hemen tükürmüştü fakat bu zehrin etkisini sürekli hissetti. Hatta bir çok âlim, Peygamberimizin (sav) bu zehrin etkisiyle vefat ettiğini belirtmektedir.
Peygamberimiz hastalanmadan önce Usame komutasında bir orduyu Bizans üzerine göndermekle görevlendirmişti. Fakat Peygamberimizin rahatsızlığı şiddetlenince askerler şehrin dışında beklemeye başladılar.
Peygamberimiz artık 63 yaşına girmişti. Bu dönemde sık sık hastalanıyordu. Fakat vefatına yakın bir zamanda hastalığı daha da şiddetlenmişti. Peygamberimiz (sav) bu hastalığı için şöyle diyordu: “Zaman zaman bu zehirden muzdarip oldum. Şimdi beni şahdamarımdan vurdu.” (İbn-i Hişam) Peygamberimiz (sav) Hayberin fethi sırasında bir Yahudi kadın tarafından (Zeynep b. Haris) verilen yemekle zehirlenmişti. Gerçi kendisi zehrin farkına vararak hemen tükürmüştü fakat bu zehrin etkisini sürekli hissetti. Hatta bir çok âlim, Peygamberimizin (sav) bu zehrin etkisiyle vefat ettiğini belirtmektedir.
Peygamberimiz hastalanmadan önce Usame komutasında bir orduyu Bizans üzerine göndermekle görevlendirmişti. Fakat Peygamberimizin rahatsızlığı şiddetlenince askerler şehrin dışında beklemeye başladılar.
1 Eylül 2013 Pazar
Milli Gazete - Hak Geldi, Batıl Zail Oldu | İbrahim Halil Er - Dersim
Milli Gazete - Hak Geldi, Batıl Zail Oldu | İbrahim Halil Er - Dersim
Dersim katliamı ve sünnilerin tavırları. Sünnilere düşen görevler
Dersim katliamı ve sünnilerin tavırları. Sünnilere düşen görevler
12 Ağustos 2013 Pazartesi
28 Temmuz 2013 Pazar
26 Mayıs 2013 Pazar
ÇANAKKALE RUHU
Çanakkale'den
geçmek isteyen düşmana, tüm İslam aleminin yek vücut karşı durması, bu savaşın
sıradan bir savaş olmadığını da göstermektedir. Çanakkale savaşında bir
Trablusgarplı bir Kırımlı veya bir Musullu gelip burada gözünü kırpmadan canını
veriyorsa bu savaşın üzerinde durulması gerekmektedir.
Çanakkale düşmemeliydi. Bu nedenle tüm Müslümanlar burada canlarını vermek için koştular. Çanakkale düşerse İstanbul düşerdi, Bağdat düşerdi, Kudüs düşerdi, Mekke, Medine düşerdi. Çanakkale sadece İstanbul veya Anadolu'ya bekçilik yapmıyordu. O, tüm ümmetin bekçiliğini yapıyordu. Çanakkale’ye gelen insanlar bu ruhun bilincindeydi. Onlar buraya sadece savaşmak için değil ölmek için de geliyorlardı. Bu sahilleri ilelebet korumak için geliyorlardı. “Size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” diyen komutanların komutasında şehitlik için koşuyorlardı. Kimisi ellerinde Mushafla yürüyor, kimisi dudaklarında Allah'ı tespih ediyordu. Biliyorlardı ki kendileri belki ölecek, ama çiğnetmeyecekler namuslarını.
Çanakkale savaşında sadece askerler değil, bu ülkenin tüm okumuşları, öğrencileri ve kadınları da savaştılar. Onları böylesine seve seve savaşa sürükleyen cihat şuuruydu. İtilaf devletleri komutanı Çanakkale'yi aşamayınca “Bir SIR var orada” diyor, diğer komutan Hamilton ise sırrı bulmuştu. “Türkleri Cenabı Allah'tan ayırmak için bilmem ki ne yapmalıydı.”
İbrahim halil er
milli gazete
Çanakkale düşmemeliydi. Bu nedenle tüm Müslümanlar burada canlarını vermek için koştular. Çanakkale düşerse İstanbul düşerdi, Bağdat düşerdi, Kudüs düşerdi, Mekke, Medine düşerdi. Çanakkale sadece İstanbul veya Anadolu'ya bekçilik yapmıyordu. O, tüm ümmetin bekçiliğini yapıyordu. Çanakkale’ye gelen insanlar bu ruhun bilincindeydi. Onlar buraya sadece savaşmak için değil ölmek için de geliyorlardı. Bu sahilleri ilelebet korumak için geliyorlardı. “Size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” diyen komutanların komutasında şehitlik için koşuyorlardı. Kimisi ellerinde Mushafla yürüyor, kimisi dudaklarında Allah'ı tespih ediyordu. Biliyorlardı ki kendileri belki ölecek, ama çiğnetmeyecekler namuslarını.
Çanakkale savaşında sadece askerler değil, bu ülkenin tüm okumuşları, öğrencileri ve kadınları da savaştılar. Onları böylesine seve seve savaşa sürükleyen cihat şuuruydu. İtilaf devletleri komutanı Çanakkale'yi aşamayınca “Bir SIR var orada” diyor, diğer komutan Hamilton ise sırrı bulmuştu. “Türkleri Cenabı Allah'tan ayırmak için bilmem ki ne yapmalıydı.”
Merhum Turgut Özal, milli
değerlerine sıkı sıkıya bağlı olan Japonların Batıya meydan okuyan ilerleyişi
karşısında, 1980’li yıllarda Japon eğitim sisitemine ilgi duyar. Bu sebeple
inceleme ve araştırma yapmak üzere Japon Pedagog heyetini ülkemize davet eder.
Alanında uzman olan bu Japon heyeti, ülkemizin çok değişik yerlerinde inceleme
ve araştırmalar yapar. Bu araştırmaların sonucunu zamanın Milli Eğitim Bakanı
Vehbi Dinçerler’le birlikte Başbakan Turgut Özal’ın huzuruna çıkar. Eğitim
alanında uzman olan Japon heyetinin kararı kısa ve kesindir. Der ki: “Sizin
gençlerinizde milli şuur yok” Bu cevap üzerine şu soru sorulur “Peki siz
Japonlar, gençlerinize milli şuur verme adına ne yaparsınız?” Bunu üzerine
Japonlar ilginç, ilginç olduğu kadar da bizim açımızdan acı acı düşündürücü
olan şu cevabı verirler: “Bizim sizden aldığımız “AMİN ALAYI” (Osmanlılarda
çocuğun yaşı 4 yıl, 4 ay, 4 gün olunca Amin Alayı denen bir törenle eğitime
başlatılırdı.)
“Karşılıklı siperler
arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak… Birini siperdekiler, hiçbirisi
kurtulmamacasına kamilen düşüyor. İkinciler onların yerine geçiyor. Fakat ne
kadar gıptaya şayan bir soğukkanlılık ve güvenlikle biliyor musunuz? Öleni
görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir korku ve endişe bile
göstermiyor, sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kuran-ı Kerim, Cennet’e
girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler şehadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk
askerlerindeki ruh kudretini gösterne hayrete değer ve tebrike yaraşır bir
misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Savaşlarını kazanan bu yüksek ruhtur.”
Çanakkale Ruhu Nasıldı
Bataryada
tek top ayakta kalabilmiş, fakat onun da vinci kırılmış olduğundan mermileri
namluya sürülemiyordu. Yüzbaşı Hilmi Bey, etrafındaki birliklerden yardım
alabilmek düşüncesiyle bataryadan uzaklaştığı sırada Niğdeli Ali ile Koca Seyit
ümitsiz ve perişan ne yapacaklarını düşünüyorlardı. “Yüce Allah’tan başka hiç
bir güç ve kuvvet yoktur” duası Seyit’in ağzından nur tanesi gibi dökülmeye
başladı. Seyit bu duayı defalarca okudu.
Bu yakarış
şüphesiz hiç kimseninkine benzemiyordu. Aşk ile kendinden geçmesi ve 215
okkalık top mermisini kucaklayıp omzuna alması bir oldu. Demir basamakları tam
üç kez inip çıktı. Yanında bulunan Niğdeli Ali, Seyit’in göğüs ve omuz
kemiklerinin çatırtısını duyuyor, hayret ve dehşet içinde kalıyordu. Topun
namlusuna sürülen üçüncü mermi savaşın kaderini değiştiren olayı yaratmış ve
İngilizlere ait “Ocean” isimli zırhlı, bu merminin isabetiyle korkunç yara
almıştı.
Aynı gün geç
saatlerde Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa, ödül olarak
Seyit’e onbaşılık rütbesi verdi. Merminin bir defa da kendi huzurunda
kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Seyit Onbaşı, Cevat Paşa’ya şu cevabı
verdi: “Ben bu mermileri kaldırırken gönlüm Allah’ın feyziyle doldu. Ancak bu
kuvvetin sırrı o anda bana Allah’ın ihsan ettiği bir vergi idi. Bu ağırlığı
kaldıracak kadar bir makama varmışsam bu dua ve rıza ile olmuştur. Ama şimdi
kaldırmam mümkün değildir kumandanım.”
“İngiliz’in, Fransız’ın,
İtalyan’ın donanmaları gelip orayı bombardıman ettiğinde ve karaya asker
çıkardıklarında, İslam askerleri oraya hücum edip, ta denizin içerisinde dahi
düşmanı süngüleyip tüketiyordu. Yalnız donanma uzaktan ateş edip, denizin
içinde elinde silah tutuğu halde şarapnel ile şehit olan kimseler olurdu.
Onların elinden silahı almaya çalışırdım. Katiyen o silahı elinden almaya imkan
yoktu. Öylece defnediyordum. Huzur’u Rabb’ül Âlemine öyle çıkmak istiyor,
bırakmıyordu silahı. Kaç kimseleri böyle defnettim. Ellerinden silahı almak
mümkün olmadı. Vatanın kıymetini bilen adam böyle tutar. İmanın kıymetini bilen
adam da böyle tutmalı.
Çanakkale Geçildi
Dedelerimiz,
sadece bir toprak parçası için mücadele etmediler. Onlar, inancımız,
medeniyetimiz ve kültürümüz için de mücadele ettiler. O gün Çanakkale'yi düşman
geçemedi. Ama bugün batılılar tüm bu saydığımız değerleri tahrip ederek aslında
Çanakkale’yi geçtiler. Çanakkale'yi geçtiler ama biz farkında değiliz. Öyle bir
geçtiler ki biz her yıl Çanakkale geçilmez, geçilmedi diye nutuk atarken
televizyonlarımızda, sokaklarımızda Çanakkale’nin geçildiğini göremiyoruz.
Kültürümüz ve bizi biz yapan değerlerimiz yok edilirken aslında Çanakkale’nin
düştüğünü görmüyoruz. Türkü, Kürdü, Arabı ve Çerkezi ile birlik halindeyken
şimdi aramızda kavmiyetçiliğin girmiş olması, Çanakkale ruhunun gittiğini
göstermez mi?
Bağdat
çiğnenirken haçlı çizmeleri altında, Filistinli kadınlara saldırırken
Anzakların torunu, biz her yıl burada Çanakkale geçilmedi diye boşuna bayram
ediyoruz. Çanakkale geçildi. Hem yüreklerimizde ve hem de topraklarımızda...
Bizi biz yapan
değerlerimizle savaşırken nasıl Çanakkale ruhunu anlayabilir, tekrar
yakalayabiliriz. Orada bizi zafere ulaştıran kuru kalabalıklar değildi. Hele
teknolojik üstünlük hiç değildi. Çünkü düşmanın teknolojik üstünlüğü bizden
yüksekti. Çanakkale'de bizi başarıya ulaştıran sırrımız bizim cihat
düşüncemizdi. İmanımızdı. Şimdi bunların yerini batılı değerler aldı. Bizi öyle
bir köleliğe sürüklediler ki artık işgal edilmeye, iğfal edilme ve
köleleştirilmeye hazır hale geldik...
Çanakkale
geçildi dostlar... Şimdi herkes kendi kalesine çekilmeli, kendi Çanakkale’sini
kurmalı, buradaki düşmanı söküp atmalı, ayağa kalkmalı ve tekrar direnmeli...
ARAPLAR İHANET ET(ME)Dİ
Arabistan ve Hicaz:
İngilizlerle Birlikte Osmanlılara
Karşı Savaş
DUNYAYI KURTARMA
Amerikanın sorumluluğu büyüktü. Örneğin dünyayı kurtarma görevi onundu. Bazen uzaylılara karşı, bazen vahşi bir terör grubuna karşı dünyayı kurtarmak zorundaydı. Her ne kadar bütün kurtarcıların yaptığı gibi, kurtardığı kişinin ırzına geçse de bir batılı büyüğün dediği gibi "tecavuz kaçınılmassa zevk almaya bak" prensibini karşı tarafa benimsettiğinden genellikle iğfal edilen kişi, bu olayı kendisine karşı duyulan bir sevgi olarak telakki etmekteydi.
Gene Coni'ye dünyayı kurtarma görevi verilmişti. Bu seferki hedefi, dünya için büyük bir tehlike olan Saddam'dı. Coni hiçbir masraftan kaçınmadı. Büyük paralarla kaliteli ve süslü bombalar yaptı. Kim demiş Amerika insana değer vermiyor diye... Adamlar, insan öldürmek için hiç bir masraftan kaçınmayarak bombalar imal ediyorlardı.
Tabiki onların en büyük gerekçeleri insanlık, demokrasiydi. Demokrasi götürüyoruz dendiğinde akan sular dururdu. İnsanlar, Amerika’nın getirdiği demokrasi sayesinde ölmüş olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Amerika en azından insanlara seçme özgürlüğü veriyordu. Silahla mı ölecekler, yoksa köle mi olacaklar seçeneğini insanlara bırakarak demokrasiye ne kadar bağlı olduğunu göstermiş oluyordu.
Fakat o da ne? Amerika canını dişine takarak o kadar uzak yoldan demokrasi getirmek için uğraşsın, basit Arap yığınları direnmeye başlamışlardı. Zaten bu Araplara hiç iyilik olmuyordu. Hem onlar, Türkleri de arkadan vurmamışlar mıydı? Yani Türkleri arkadan vurmalarına rağmen şu Türklere ne oluyordu da Araplara karşı kendilerine yardım etmiyorlardı. Nerede yanlışlık yapılmıştı.
ibrahim halil er
milli gazete
l. Dünya savaşı başladığı sırada Arap
Yarımadası Osmanlıların egemenliğinde bulunuyordu. Basra Körfezi kıyısında
bulunan Aden, Hadramut, Maskat, Umman, Bahreyn
ve Kuveyt Şeyhlikleri İngiliz himayesinde girmişti. Yemen, Asir, Sama, Necit,
Hicaz ise Osmanlı vilayetleriydi. Bu iller arasındaki en önemlisi de dini
nedenlerden dolayı Hicaz’dı. O dönemlerde hicaz’ın nufusu l milyona yakın olup,
bunun dörtte üçü Bedevilerden oluşmaktaydı. Yüzölçümü 300.000 km .’dir.
Arabistan’daki
Osmanlı kuvvetleri 4 tümenden oluşmaktaydı. 22. Tümen Hicaz’da, 21. Tümen
Asir’de bulunuyordu. 7. Kolordu’yu meydana getiren diğer iki tümen de diğer
bölgelere yerleştirilmişlerdi.
Osmanlı
devleti, ll. Abdülhamit’le birlikte bölgede İslamcılık politikası uygulamıştı.
Fakat Hicaz bölgesi halkının İngilizlerle ittifak kurması bu politikanın o
dönemlerde uygulanamayacağını ve Araplar’ın da Milliyetçiliğe kapıldığını
göstermektedir. Osmanlılar, Hicaz’ı aldığından beri, buraya ayrıcalıklı bir
muamele uygulamışlardı. Onlara Kavmi Necip diyerek askeri hizmetlerden ve
vergilerden muaf tuttukları gibi hac dönemlerinde Surre alayları da
düzenleyerek bölge halkına maddi yardımlarda bulunmuşlardı. Bundan dolayı
Osmanlılar, savaş sırasında en çok Hicaz bölgesinin kendilerini
destekleyeceğini umarken, bölge halkı İngilizlerle anlaşmışlardı. Osmanlılar, desteğini
ummadığı Yemen bölgesinin de desteğini almıştı.
Hicaz
bölgesi’nin ihanete hazırlanması daha savaştan önceki sürece dayanır. Savaştan önce İngilizler Mısır’daki
yetkilileri kanalıyla Mekke Şerifi Hüseyin ve oğlu Abdullah’la ilişki kurmuştu.
23 Eylül 1914 yılında Londra, Osmanlı ile İngiltere arasında bir savaş çıkması
durumunda Hicaz’ın tepkisinin nasıl olacağını öğrenmek istemiş, Abdullah babası
adına verdiği karşılıkta Hicaz’ın İngiltere’ye eğilimli olduğunu belirtmişti.
Savaşın başlaması üzerine İngiltere 31 Ekim 1914’de Şerif Hüseyin’e aşağıdaki
önerilerde bulunmuştu.
“İngiltere,
Türkler tarafından savaşa sürüklenmiştir. Arap milleti eğer bu savaşta
İngiltere’ye yardım ederse, İngiltere de Arabistan’a hiçbir iç müdahalede
bulunmayacağını garanti edecek ve bir dış saldırıya karşı Araplara her çeşit
yardımlarda bulunacaktır. Mekke veya Medine’de saf Arap ırkından bir Arap’ın
halifeliği üzerine almasıyla bugün sürüp gitmekte olan fenalıklar da Tanrı’nın
inayeti ile sona erebilir.”
Teklifte de görüldüğü gibi
Araplara ihanetleri karşılığında şu tekliflerde bulunulmuştur:
- Arabistan’ın bağımsızlığı
- Halifeliğin tekrar Araplar’a geçmesi
- Halifenin Mekke veya Medine’de oturması.
- Halife’nin saf Arap ırkından, yani hicazlıların
eline geçmesi
İngiltere ile Araplar arasındaki
bu anlaşmada iki proplem vardı. Bunlar;
- İngiltere’nin Araplar’ın onayı olmadan Osmanlı ve
Almanlarla bir barış antlaşması yapmamasıydı.
- Bağımsız Arap devletinin sınırlarının saptanması
Şerif
Hüseyin’in İngiltere’den istediği Arap devletinin sınırı; Kuzeydi Muş ve
Adana’dan başlayarak 37. enleme kadar (Birecik, Urfa, Mardin, Midyat, Amadiye
bu derecenin altında kalmaktadır. ) Doğuda İran sınırına kadar. İran sınırından
Basra Körfezi’ne kadar. Güneyde Hint denizinden
(Aden hariç) Kızıldeniz’e kadar. Kızıldenizden kuzeyde Mersin’e kadar olan
toprakları istemişti. Şerif Hüseyin; Irak toprakları için de şunları
söylemiştir. “Irak’taki Arap toprakları Arap krallığının bir parçasıdır.
Peygamber ve Ali zamanından bu yana Araplara ait bulunmuşlardır. Anlaşmaya
elverişli zemini hazırlamak için, bu gün için İngilizlere bırakmayı kabul
ediyoruz. Ancak, İngiltere de kurulacak Arap krallığına tazminat vermelidir.”
İngiltere;
Hüseyin’in önerilerinden sınır ile ilgili olanı üzerine İskenderun ile Adana ve
ŞamDın batısında uzanan Hama, Humus ve Haleb’in tam Arap sayılamayacağını,
ayrıca hudut üzerinde Fransa’nında söz sahibi olduğunu öne sürdü. Şerif
Hüseyin, Adana ile İskenderun’dan vazgeçmekle beraber, adı geçen diğer
şehirlerin Arap olduğunda direndi. Bundan dolayı İngiltere ile Şerif Hüseyin
arasında ortada hukuksal ve siyasal bir anlaşma imzalanmış olmamakla beraber
1915 yılı sonlarında Türklere karşı bir anlaşmaya da varılmıştır. Bu anlaşma;
İngiltere’nin Mısır valisi Mac Mahon ile Şerif Hüseyin arasında yapıldığından
buna Mac Mahon antlaşması da denir.
Osmanlı Yöneticilerin
Basiretsizliği:
Bu dönemde
Osmanlı yönetiminde dizginler İttihat ve Terakki yönetimin eline geçmişti.
Şerif Hüseyin’in bu manevralarından habersizlerdi veya gerekli önemi
vermiyorlardı. İttihat ve Terakki Partisinin önemli yöneticilerinden Cemal Paşa
Şam’da 4. Ordu komutanı olarak bulunuyordu. Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah
sürekli bu komutanlığa uğramakta ve hatta Şerif Hüseyin’in bazı girişimleri
çeşitli kanallarca Cemal Paşa’ya bildirilmesine rağmen Cemal paşa bu haberlere
gerekli önemi vermemekteydi. O, Şerif Hüseyin’in Halifeye karşı kafirle
işbirliğine gireceğine inanmıyordu. Onun yalancı ve güvenilmez olduğunu
bilmesine rağmen İslam dünyasını ve mukaddes toprakları hristiyanlara peşkeş
çekeceğine ihtimal vermiyordu. Kanal cephesinde Şerif Hüseyin’in adamlarıyla
katılıp destek olacağını söylemesine inanmış, ona silah ve cephane verdiği gibi
60.000 lira kadar da bir para vermişti.
O dönemlerde
Teşkilatı Mahsusa Reisi olan Eşref Sencar Kuşçubaşı hatıralarında; teşkilatın
Şerif Hüseyin’in çalışmalarından haberdar olduğu ve yetkilileri uyardığını
anlamaktayız. Fakat maalesef o dönemdeki İttihatçı kadrolar bu uyarıları
dikkate almamışlardır. Eşref Bey hatıralarında şunları söylemektedir: “Enver
Paşa’ya Arabistan’ın içini sarmakta olan fesadı ve nihayet bir seneye kadar
Mekke Şerefi Hüseyin Paşa ile üç oğlunun isyan edeceğini, bize en çok sadık
görünenlerin de, milli bir mahiyet alarak bu ayaklanmanın dışında
kalamıyacaklarını izah ettim.” Ayrıca ona şunları da ekledim: “Mısır bütün Arap
yarımadasını bir anda aleyhimize ayağa kaldıracak İngiliz tahriklerinin merkezi
olmuştu. Su gibi İngiliz altını akıyordu. İngiliz gizli servislerinin
elemanları çölün en ücra köşelerine kadar sızmışlardı. Enver Paşa izahatlarımı
sabırla dinledi. Ben bu izahları Enver, Talat ve Cemal paşalara da yaptım.
Fakat maalesef onlar güzel haberlere itimat etmeye meyilliydiler. Fakat Cemal
Paşa Şerif Hüseyin’den yemin aldıklarını ve Medine civarında aldırılan askeri
tedbirleri de yeter maddi garanti addetmişlerdi. Hata burada idi. Bu hata
Arabistan’ın en kötü bir şekilde elden çıkmasına neden oldu. Bize bu kötü
muameleleri reva gören Şerif Hüseyin ve ailesine İlahi Adalet tecelli etti.
Bütün aile fertleri, ya hüsran içinde öldüler, ya parçalandılar. Ya da beklenmedik
feci kazaların kurbanı oldular. Ya bizzat kendi tebaları tarafından
katledildiler. Onlara katılanlar da aynı akibete uğradı. [1]
Mekke Ayaklanması:
Şerif Hüseyin
ve oğlu Abdullah, Cemal Paşa ile Medine Komutanı Fahreddin Paşa’yı ayaklanma
gününe kadar kandırmayı ve uyutmayı başarmışlardı. İnsanın bu kadar dolaplar
dönerken nasıl uyuduğu ve araştırma yapmadıkları, casusluk ağı
oluşturmadıklarını düşünmekten kendini alamıyor... 10 Haziran 1916 yılında Arap
ayaklanması Mekke’de başladı. Araplar gün doğmadan kışlayı bastılar. 11
Haziran’da başkarakol, 12 Haziran’da Hamidiye Arapların eline geçti. 16
Haziran’daki Cidde’deki Türk garnizonu utsak edildi. 17 Eylül’de Taif düştu.
Böylece Medine dışındaki tüm hicaz asilerin eline geçti. Şerif Hüseyin ve
adamları güya kanal cephesine katılmak amacıyla birkaç bin adamı Medine’ye
gönderdiler. Fakat aslında bu adamların amacı Medine’yi ele geçirmekti. [2]İngiliz
ajanı Lawrence’in yönetiminde Maan-Medine demiryoluna saldırılmış, Fakat Medine
komutanı Fahreddin Paşa’nın direncini kıramamıştır. Daha sonra Mandros Ateşkes
Antlaşmasıyla Medine İngilizlere (pardon Araplara) verilmiştir. [3]
Şerif Hüseyin;
Halife’ye karşı kafirlerle işbirliği içine girmesi ve halifeye savaş açmasını
kendi halkına ve dünya Müslümanlara açıklama ihtiyacını hissetti. Bunun üzerine
şu gerekçeleri ileri sürdü:
- İttihat ve Tarakki Partisi’nin kurduğu istibdat
yönetimine karşı çıktıklarını
- İttihatçılar, islama aykırı davaranmış ve Kur’an
ile Sünnetten ayrılmışlardır.
- Bize düşen Allah’ın kanunlara aykırı hareket eden
bu kişilere karşı mücadele etmektir.
Arapların Yardım ve
Destekleri:
l. Dünya savaşı sırasında 7. Kolordu
birliklerin bir kısmı Yemen’i üs olarak belirlemişlerdi. Yemen halkı, savaş
boyunca Osmanlılarla birlikte İngilizlere karşı savaşmışlardı. Yani o meşhur
Araplar’ın bizi İngilizlere satması hikayesi bütün Araplar için geçerli
değildi. Aşağıda da belirteceğimiz bazı Araplarca geçerliydi. Şerif Hüseyin’in
1916 yılında Hicaz’da çıkardığı ayaklanma’ya diğer Arap emirleri
katılmamışlardır. Türk tarihçileri ve Türkiye’deki resmi öğreti bu isyanı ve
Hicaz’lıların İngilizleri desteklemesini bütün Arap milletine genelleştirerek,
Arapların ihaneti olarak sunmaktadırlar. Fakat bu topyekün bir Arap ihanetinden
ziyade Şerif Hüseyin ve çevresinin ihanetiydi. Nitekim Şerif Hüseyin’de bunun
farkında olduğundan kendisini Hicaz Emiri ve Şerifi diye nitelendirmiştir. Daha
sonra Mekkede toplanan ileri gelenler (29 Ekim) Şerif Hüseyin’i Araplar’ın
kralı olarak duyurdular. Oğlu Abdullah; Arap hükümetinin dışişleri bakanı
olarak İtilaf devletine olayı bildirdi. Fakat, Arapların kralı ünvanı diğer
emirler tarafından kabul edilmedi. Şerif Hüseyin kendisini Hicaz Kralı olarak
nitelendirmek zorunda kaldı. [4] Eşref
Bey; Hicaz bölgesindeki Osmanlı Devletinin uyguladığı yanlış politikaları
sayarken, Osmanlıların bölgedeki Şerif Hüseyin muhalifi diğer Arap
kabileleriyle anlaşmamasını göstermektedir. O, bölgede Şerif Hüseyin’e bağlı
olmayan ve onu benimsemeyen bir çok Arap kabilelerin bulunduğunu ve onlarla
eğer ciddi bir ilişki kurulmuş olsaydı bölgeyi çok iyi bilen 3-5 bin kişilik
bir Bedevi gücü oluşturulabileceğini ve bu güç sayesinde Şerif Hüseyin ve
adamlarının etkisiz hale getirileceğini belirtmektedir. Özellikle Huteym ve
Şeraret gibi Bedevi kabileleri bu kategoriye dahil edilebilinir. Ayrıca, modern
Suudi Arabistan’ın kurucu olan İbn-i Suut’da Şerif Hüseyin’in baş düşmanıydı.
Hatta Şerif Hüseyin’e isyan sırasında saldırılarda bulunarak onun Kıbrıs’a
kaçmasına yol açmıştı. Fakat o dönemin yöneticileri İbn-i Suud ve ailesiyle
gerekli diyaloğa girmeyince, İngilizler Şerif Hüseyin’i satıp Suud ailesiyle
anlaşacaklardır. Yani bizim yapmamız gerekeni onlar yapmışlardır.[5]Bu
arada İbni Reşid (Şamar), Yemen’de Seyyid Yahya ve Libya’da Senusiler de bütün
güçleriyle Osmanlı’yı desteklemektedirler.
Şerif
Hüseyin’in isyanı sırasında Osmanlı’yı destekleyen diğer Arap kabileleri de
şunlardır: Yemen’de bulunan Sade ve Vadi-i Necran Arapları ve onların lideri
olan İmam Yahya, Osmanlılar’a sadakatini kaybetmediğinden dolayı Şerif Hüseyin
tarafından zincire vurulan el-Bişriler kabilesi liderleridir. İç kesimlerdeki
Arap kabilelerinin bir çoğu da Osmanlılara bağlı olmasına rağmen, deniz kıyısı
ve iç kesimlerin gıda ihtiyacı Şerif Hüseyin’in topraklarından geldiğinden,
Osmanlı devletinden de gerekli ilgiyi görmediklerinden şartların getirdiği
zorunluluktan dolayı Şerif Hüseyin’i desteklediler. Bu Arap liderler,
olaylardan önce Osmanlı yönetimini uyarmış, eğer gerekli önlem alınmasa Şerif
Hüseyin’i desteklemek zorunda kalacaklarını belirtmişlerdir. Örneğin Teşkilatı
Mahsusa bölgedeki Arap liderleriyle görüşmek için M. Akif Ersoy, Şeyh Salih
Şerif ve Eşref Bey Necid’i ziyaret etmiş ve Urbanın liderleriyle görüşmüşler,
buradaki Arap liderler bu konuda, Osmanlı heyetini uyarmışlardır. [6]
İngiliz
kaynaklarında Araplar’ın Osmanlılara olan destekleri hakkında da şu bilgileri
vermektedir: “Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kahire’da çok yoğun bir faaliyet yaptığı
özellikle Kahire Hukuk Fakültesinde büyük bir taraftar elde ettiğini
belirtmekte, Abbasiye hastahanesini ziyaret eden Mısır Sultanına Mehmet Halil
adında bir genç tabanca ile saldırmış ve iki el ateş etmiştir. (Mısır
Sultanının İngiliz yanlısı tutumundan dolayı) Bu genç daha sonra divan harp tarafından
idam edilmiştir. Kahire Hukuk Fakültesi öğrencileri de Kralın okulu ziyareti
sırasında okulu boykot etmiş ve gösteriler yapmışlardır. Bütün bunların aynı
zamanda gerçekleşmesi, Türkiye’nin İslam birliği siyaseti ile askeri
operasyonları aynı anda yürütmede başarılı olmuşlardır. [7]
Sonuç Olarak
Ülkemizde
yüz yıldır Arapların bizi sattığı veya arkadan vurduğu propagandası yapılmakta,
genç dimağla bir anlamda Arap karşıtı olarak konumlandırılmaktadır. Buradaki
resmi politika, ülkenin batı yörüngesine girmeyi meşrulaştırma ve halkını
Araplardan, dolayısıyla islamdan uzaklaştırmak için bahane oluşturmaktadır.
Yukarıda
da görüldüğü gibi, Osmanlı’ya karşı yapılan ihanet dar bir çerçevede kalmış,
diğer Arap toplumları Osmanlıyı desteklemişlerdir. İnanmayanlar, Çanakkaleye
gidip şehit mezarlarına bakabilirler.
Tüm
Arapların ihanet ettiği şeklindeki resmi politikayı sürdürmek, Osmanlı’yı canı
pahasına savunan insanlara bir hakarettir. Emperyalistler, nasıl ki ülkemizde
Arapların bize ihanet ettiği şeklinde bir propaganda sürdürürken, Arap
ülkelerinin ders kitapları da Osmanlı’nın kendilerini sömürdüğü ve geri
kalmalarının tek nedeninin Osmanlı (dolayısıyla Türkler) olduğu empoze
edilmektedir. Yani Emperyalistler bir taşla bir çok kuş vurmaktadırlar. Böylece
Türkler ile Arapların bir araya gelmemelerini sağlamaktadırlar. Çünkü onlar da
biliyor ki Türkler ile Araplar bir araya gelirse kendi sömürü düzenleri yok
olur.
Bir
Kitap
|
Maverdi ve Ahkamı
Sultaniye
Tam adı Ebu Hasan Ali b. Muhammde el-Maverdi’dir.
Maverdi lakabının verilmesinin nedeni olarak ailesinin gülsuyu satmasıdır. (ma, su; verd, gül) 972 yılında Mısır’da
doğdu. Daha sonra Bağdat’a gitti. 1059 yılında Bağdat’ta vefat etti.
Diplomatik
seyahatleriyle meşhur olmuştur. Özellikle Halife ile Buveyhiler arasında ve
onlar ile Selçuklar arasındaki sorunları çözmek amacıyla mekik diplomasisi
yapmıştır. Bir çok sorunu silahlı çatışmaya varmadan görüşmelerle çözmesini
bilmiştir.
Maverdi’nin
dönemindeki Abbasi halifesi Kadirbillah ve kaimbiemrillahtır. Büyük bir
olasılıkla meşhur eseri Ahkamı Sultaniye’sini halife Kaimbiemrillah’a
yazmıştır. Dönemin Büveyhi emiri ise Celaluddevle’dir. Lakabı Melikulmulk’tir.
Aslında bu lakap Allah’tan başkasına verilmez.
1853
yılında Alman Oryantalist Enger Constitutiones Politicael adı altında Avrupada
ilk defa Ahkamı Sultaniye’yi yayınladı. Bundan sonra tüm oryantalistler, İslam
siyaseti kanusunda fikir sahibi olabilmek için bu kitaba eğilmeye başladılar.
Bu kitap etrafında bir çok dersler yapıldı. Özellikle devlet idaresi hakkındaki
bölümler dikkat çekti.
Bütün
araştırmacıların ittifakla kabul etkileri şey ise İslam siyaseti konusunda
yazılmış ilk eser olmasıdır. H. Gibb, Ahkamı Sultaniye için onun başlıbaşına
bir İslam siyaset görüşü olmadığını bilakis kendi zamanının siyasetini
savunduğunu belirtmektedir. Gibb devamla, Maverdi’nin hilafetin devamı için
pratik programlar ortaya koyduğunu söyler. O dönemde halifelik Buveyhilerin
denetimindedir.
Maverdinin
burada ise, içinde bulunduğu yeni duruma karşı bir çözüm yolu üretmekti.
Böylece hilafetin devamını sağlamaktı. Alimler arasında Maverdi’nin fikri
konusunda ihtilaflar bulunmaktadır. Onlardan bir çoğu onun eserini salt islamın
genel siyasi görşü olarak okunmamalı, bir eşari görüşü olarak görmelidir. Çünkü
Maverdi bir eşariydi ve onun eseri bu görüş çerçevesinde yazılmıştı. Gibb’de
aynı görüşte olup “kitabı eşari görüşü çerçevesinde okunması gerektiğini
söylemektedir.”
Bazıları
da bu görüşe karşı çıkarak, Maverdinin Mutezile veya Eşari değil bir Sünni
alimi olduğun belirtmektedir. Onun herhangi bir mezhep veya fırkayla
ilişkilendirilemeyeceğin söylerler. Oryantalist Henry Lavest ise Maverdiyi
Kanun ve Şeriat konusunda uzman bir fıkıhçı olduğunu herhangi bir mezheple irtibatlaşamayacağı
görüşündedir. Kitabı Ahkamı Sultaniye ise İslam kanunları hakkında olup, genel
olarak ele aldığını asıl ağırlığını devlet ve müesseseler konusunda yaptığını
belirtir.
Maverdinin
bu temel eseri aslında bir anlamda İslam devlet yönetimi alanında yazılmış ilk
eser olma özelliğine sahiptir. Diğer bir anlamda da o güne kadar olan ve
uygulanagelen yönetim sistemlerini meşrulaştırarak, yasal bir zemine oturtma
çabası olarak görülebilir.
Kitap,
bu haliyle ideal İslam devlet yönetim biçiminin veya Sünnilerin ideal devlet
modelinin bu model olduğunu (saltanat, monarşik)izlenimini vermekte, böyle bir
yanlış anlaşılmanın doğmasına neden olmaktadır.
İbrahim
Halil ER
TARİHTEN NÜKTELER
RUS NE
DEMEKTİR?
Deli Petro,
Avrupa seyahatlarından birinde bulunduğu sırada
şöyle bir soru ile kaşılamış ve hemen şöyle
bir cevap vermiş;
-En
sadık köle demektir.
Karşısındaki
hayretler içinde kalmış ve sormuş:
-Nasıl olur?
Kimin kölesi olur?
Çar bu
haklı kannati şöyle açıklamış:
-Başında
kim bulunursa bulunsun, Rus onun en sadık
kölesidir?
Deli Petro’nun
bu sözünde haklı olduğunu
çarlık devrinden bu güne
değin geçen zaman göstermiş olsa
gerektir...
İBRETLİK OLAYLAR
DUNYAYI KURTARMA
Amerikanın sorumluluğu büyüktü. Örneğin dünyayı kurtarma görevi onundu. Bazen uzaylılara karşı, bazen vahşi bir terör grubuna karşı dünyayı kurtarmak zorundaydı. Her ne kadar bütün kurtarcıların yaptığı gibi, kurtardığı kişinin ırzına geçse de bir batılı büyüğün dediği gibi "tecavuz kaçınılmassa zevk almaya bak" prensibini karşı tarafa benimsettiğinden genellikle iğfal edilen kişi, bu olayı kendisine karşı duyulan bir sevgi olarak telakki etmekteydi.
Gene Coni'ye dünyayı kurtarma görevi verilmişti. Bu seferki hedefi, dünya için büyük bir tehlike olan Saddam'dı. Coni hiçbir masraftan kaçınmadı. Büyük paralarla kaliteli ve süslü bombalar yaptı. Kim demiş Amerika insana değer vermiyor diye... Adamlar, insan öldürmek için hiç bir masraftan kaçınmayarak bombalar imal ediyorlardı.
Tabiki onların en büyük gerekçeleri insanlık, demokrasiydi. Demokrasi götürüyoruz dendiğinde akan sular dururdu. İnsanlar, Amerika’nın getirdiği demokrasi sayesinde ölmüş olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Amerika en azından insanlara seçme özgürlüğü veriyordu. Silahla mı ölecekler, yoksa köle mi olacaklar seçeneğini insanlara bırakarak demokrasiye ne kadar bağlı olduğunu göstermiş oluyordu.
Fakat o da ne? Amerika canını dişine takarak o kadar uzak yoldan demokrasi getirmek için uğraşsın, basit Arap yığınları direnmeye başlamışlardı. Zaten bu Araplara hiç iyilik olmuyordu. Hem onlar, Türkleri de arkadan vurmamışlar mıydı? Yani Türkleri arkadan vurmalarına rağmen şu Türklere ne oluyordu da Araplara karşı kendilerine yardım etmiyorlardı. Nerede yanlışlık yapılmıştı.
ibrahim halil er
milli gazete
AMERİKANIN DUNYAYI KURTARMASI
Amerikanın sorumluluğu büyüktü. Örneğin dünyayı kurtarma görevi
onundu. Bazen uzaylılara karşı, bazen vahşi bir terör grubuna karşı dünyayı
kurtarmak zorundaydı. Her ne kadar bütün kurtarcıların yaptığı gibi, kurtardığı
kişinin ırzına geçse de bir batılı büyüğün dediği gibi "tecavuz
kaçınılmassa zevk almaya bak" prensibini karşı tarafa benimsettiğinden
genellikle iğfal edilen kişi, bu olayı kendisine karşı duyulan bir sevgi olarak
telakki etmekteydi.
Gene Coni'ye dünyayı kurtarma görevi verilmişti. Bu seferki hedefi, dünya için büyük bir tehlike olan Saddam'dı. Coni hiçbir masraftan kaçınmadı. Büyük paralarla kaliteli ve süslü bombalar yaptı. Kim demiş Amerika insana değer vermiyor diye... Adamlar, insan öldürmek için hiç bir masraftan kaçınmayarak bombalar imal ediyorlardı.
Tabiki onların en büyük gerekçeleri insanlık ve demokrasiydi. Demokrasi götürüyoruz dendiğinde akan sular dururdu. İnsanlar, Amerika’nın getirdiği demokrasi sayesinde ölmüş olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Amerika en azından insanlara seçme özgürlüğü veriyordu. Silahla mı, yoksa dayakla mı ölecekler? seçeneğini insanlara bırakarak demokrasiye ne kadar bağlı olduğunu göstermiş oluyordu.
Fakat o da ne? Amerika canını dişine takarak o kadar uzak yoldan demokrasi getirmek için uğraşsın, basit Arap yığınları direnmeye başlamışlardı. Zaten bu Araplara hiç iyilik olmuyordu. Hem onlar, Türkleri de arkadan vurmamışlar mıydı? Yani Türkleri arkadan vurmalarına rağmen şu Türklere ne oluyordu da Araplara karşı kendilerine yardım etmiyorlardı. Nerede yanlışlık yapılmıştı.
Gene Coni'ye dünyayı kurtarma görevi verilmişti. Bu seferki hedefi, dünya için büyük bir tehlike olan Saddam'dı. Coni hiçbir masraftan kaçınmadı. Büyük paralarla kaliteli ve süslü bombalar yaptı. Kim demiş Amerika insana değer vermiyor diye... Adamlar, insan öldürmek için hiç bir masraftan kaçınmayarak bombalar imal ediyorlardı.
Tabiki onların en büyük gerekçeleri insanlık ve demokrasiydi. Demokrasi götürüyoruz dendiğinde akan sular dururdu. İnsanlar, Amerika’nın getirdiği demokrasi sayesinde ölmüş olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Amerika en azından insanlara seçme özgürlüğü veriyordu. Silahla mı, yoksa dayakla mı ölecekler? seçeneğini insanlara bırakarak demokrasiye ne kadar bağlı olduğunu göstermiş oluyordu.
Fakat o da ne? Amerika canını dişine takarak o kadar uzak yoldan demokrasi getirmek için uğraşsın, basit Arap yığınları direnmeye başlamışlardı. Zaten bu Araplara hiç iyilik olmuyordu. Hem onlar, Türkleri de arkadan vurmamışlar mıydı? Yani Türkleri arkadan vurmalarına rağmen şu Türklere ne oluyordu da Araplara karşı kendilerine yardım etmiyorlardı. Nerede yanlışlık yapılmıştı.
İbrahim Halil er
milli gazete
l. Dünya Savaşında Almanların Osmanlı’yı Kullanmaları
Osmanlı devleti l. Dünya savaşına ittifak grubundan ve
Almanya’nın yanında katıldı. Önceleri, Osmanlı devleti savaşa katılmak
istemedi. Tarafsızlığını ilan etti. Fakat Almanların baskısı üzerine özellikle
İttihat ve Terakki Partisi’nin baskısı sonucu savaşa katıldı.
Osmanlı Alman ilişkisi 1718
Pasarofça antlaşması ile başlamıştır. Fakat Almanlarla ilişkilerin asıl
gelişmesi 1878 Berlin antlaşması sırasında oldu. Ev sahibi Almanya, burada
Osmanlı devletini destekledi. Bu olay, iki devletin birbirleriyle
yakınlaşmasına yol açtı. 2. Abdülhamit, Avrupalı devletler arasındaki
rekabetten yararlanarak bir denge politikası oluşturmaya çalışmıştı. Özellikle
Almanların anti İngiliz tavırlarından yararlanmaya çalıştı. Hatta ilişkiler
daha da geliştirilerek Bağdat demir yolların ihalesi Almanlara verildi. Bu
ticari ilişki, Almanlarla ilişkilerin gelişmesine yaradı fakat İngilizlerin
tepkisine neden oldu. Çünkü, Almanlar İngilizlerin yayılma alanlarına doğru
sarkıyordu.
l. dünya savaşında Osmanlı
orduları komutanlıklarına Almanlar getirildi. Bu durum aslında Osmanlı için bir
yıkım oldu. Çünkü Almanlar, Osmanlı’nın kazanıp kaybetmesi ile ilgilenmiyor,
hatta Osmanlıların doğuda yenilmesini veya zayıflamasını arzu ediyorlardı.
Çünkü zayıf bir Osmanlı Almanların egemenliğine girmesi demektir. Bu konuda
Avusturya-Macaristan İmparatoruluğu’nun İstanbul’daki o zamanki askeri ateşesi
Joseph Pomiankowiski hatıralarında şunları söylemektedir. “Mareşal Liman ile
Baron Wangenheim, Berlin’den aldıkları emirleri uyguluyorlar ve herhangi bir
itirazda bulunmaya cesaret edemiyorlardı”
Joshp Pomiankowiski Almanların savaş politikasını şu şekilde özetler:
“Alman savaş planlarnın en önemlisi, Berlin-Bağdat demiryollarının açılması ve
oradan Hindistan’a ulaşılmasıydı. Bunun için zayıf bir Türkiye gerekiyordu.
Türkiye’nin mağlubiyeti ve zayiatı, Alan politikasının ekmeğine yağ sürerdi.
Yalnız bu arada şunu da belirtmek gerekir ki, bunlar Avrupadaki harbin seyrini
etkileyebilecek durumda değildi. Hele Çanakkale Boğazı’ndaki duruma hiç tesir
etmezdi. Buna mukabil doğudaki yenilgiler, Türkiye’nin Almanya’ya olan
bağımlılığını artırır ve böylece de Alman kuvvetlerinin Türkiye’ye yaklaşmasına
sebep olurdu.” [1]
Hatta Çanakkale savaşının
uzamasının temel nedeni de bu Alman politikasıdır. Çanakkale savaşı komutanı
General Liman von Sanders savaşı uzatmış ve bu savaşı Almanya’nın Avrupa’ki
durumuna göre ayarlamıştı. Hatta, Alman genel kurmayı bu konuda Liman’ı sürekli
sıkıştırıyordu. Hatta, onun davranışlarını gözetlemek için Von Lassow adlı bir
kurmay Albayı’nı görevlendirmişti. Çanakkele savaşının uzaması Almanyı için
hayati öneme sahipti. Çünkü bütün itilaf devletleri boğazlardan geçmek için
buraya yüklendiğinden Almanya Avrupa’da rahat nefes almaştı. Eğer bu cephe
kapanırsa, Avrupalı devletler Almanya’nın üzerine yükleneceklerdi. Bundan
dolayı, savaşın uzaması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Hatta,
Liman paşa düşmanın Saros körfezinden çıkarma yapacak diye asekerleri oraya
kaydırıyor veya gündüz gözünde Türk askerlerini düşman üzerine plansız
programsız bir şekilde göndererek ağır kayıplar vermemizi sağlıyordu. Kendisine
karşı çıkan Albay Halil Sami Bey ve Albay Fevzi Bey’i görevden alıyordu. [2]
Yine aynı mantık çerçevesinde
Irak cephesine bakabiliriz. Burada Kutul Amara denilen yerde Osmanlı Ordusu
büyük bir başarı elde etti ve ll.ooo. İngiliz asekerini komutanlarıyla birlikte
esir aldı. Fakat Almanların Hindistan’a ulaşma hırsı yüzünden bölgede bulunan
bu tecrübeli birlikter İran üzerinden Hindistan’a gönderildi. Bu durumda ırak
savunmasız kaldığından İngilizlerin ikinci bir taaruzu sonucu ırak ve Bağdat
düştü.
Kafkas harekatı da aynı şekilde
Almanların sıkıştırması sonucu başarsızlığa uğradık. Alamanlar, Orta Avrupada
İngiliz, Fransız ve Rus kıskacından kurtulmak için Osmanları Ruslara karşı
yönlendirdi. Almanların sıkıştırması sonucu doğru düzgün hazırlanmayan Osmanlı
ordusu Aralık ayında Sarıkamış’tan Kafkasya ya hareket etti. Mevsim savaşa
uygun olmaması ve kış olması nedeniyle 90.000 askerimiz sarıkamışta donarak
şehit düştüler. Fakat bu durum Almanların hiç umurunda değildi. Onlar, sadece
kendilerini kurtarmak istiyorlardı. Onların yönlendirmesi sonucu biz Almanları
doğu yönünde rahatlattık ama biz büyük kayıplar verdik.
Kanal cephesi de yine Almanların
isteği üzerine açıldı. Almanlar, İngiliz baskısından kurtulmak ve İngilizlerin
dikkatini sömürgelerine çekmek ve ayrıca, İngilizlerin Hindistan sömürge
yollarının denetimini ele geçirmek amacıyla Osmanlı Ordusunu Mısır üzerine sevk
ettiler. Sonuç hüsranla bittiği gibi, İngilizler Osmanlı Ordusunu takip
ettiler. Hicaz, Filistin, Suriye elimizden çıktı.
Görüldüğü gibi l. Dünya savaşına
Osmanlılar Almanların bir oyunu neticesinde girmiş olmalarına rağmen, yine
onların emperyal çıkarları uğruna yenilgiye sürülmüşlerdi. Bu da bir ülkesinin
ordusunun komutanlığının yabancılara verilmesinin sakıncalarıdır.
İbrahim Halil Er
milli gazete25 Mayıs 2013 Cumartesi
ERMENİLER KİMDİR?
Ermeni konusunun yeniden tüm
gündemimizi işgal ettiği bu dönemde bizde Ermenilerin kim olduklarını
araştırmaya karar verdik. Sorduğumuz bütün insanlar, Ermenilerin kökeni
konusunda hiçbir bilgiye sahip olmadıklarını gördük. Bu yazımız, konunun daha
iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağını umarım.
Ermeni İsmi:
Coğrafya Olarak Ermenistan:
Ermenilerin Kökenleri
Ermeni Dili:
Ermeni Dini Kimliği
Ermeni
kelimesi kuzey memleket anlamına gelmektedir. Ermeni isminin kökeni de
tarihleri kadar tartışmalıdır. Ermeni efsanesine göre Ermeni ismi, Nuh’un
torunu Hayk’ın oğlu Arman’ın adıdır. Arman’ın kurduğu devletten dolayı bu
devletin vatandaşlarının hepsine Armani denilmiştir.
Bu iddia tabiî ki bir efsane
olmaktan öteye gitmemiştir. Ermeni ülkesi için kullandıkları bir terim olan Armina
veya Arminiya ilk kez y. MÖ 510 tarihli Eski Farsça (Persçe) Bisutun
yazıtında kaydedilmiştir. Eski Fars İmparatorluğunun Arminiya eyaleti
(satraplığı) Van Gölü havzası merkez olmak üzere Ağrı Dağı yöresi Aras ve
Arpaçay vadileri ile en Batıda Elazığ ve Erzincan yöresini içerecek şekilde
Yukarı Fırat havzasını kapsamaktaydı. Aynı bölge Antik Çağ boyunca Eski Yunan
ve Latin kaynaklarında Armenia, İslamiyet dönemine ait Arap
kaynaklarında ise Armaniyya/Ermeniyye olarak adlandırılır. Erken dönem
Türkçe metinlerde coğrafi bölge adı olarak Ermeniyye terimine 15. yüzyıl
başlarına dek rastlanır.
Ermenilere göre Ermenistan büyük ve Küçük Ermenistan
olmak üzere ikiye ayrılır. Büyük Ermenistan Kuzeyde; Karadeniz ve Gürcistan,
Güneyde; İran ve Irak, Batıda; Kızılırmak, Doğuda; İran ve Hazar deniziyle
çevrilidir. Küçük Ermenistan ise, Fıratın batısında kalan bölgedir. Ayrıca,
Kilikya dedikleri Adana ve çevresini de bu bölgeye dahil ederler.
Ermenilerin kökeni konusu netlik
kazanmış değildir. Genelde tarihçiler onları Kafkas ulusları içine dahil ederler.
Bu köken konusu önemlidir. Çünkü Ermenilerin asıl vatanlarının Anadolu veya
doğu Anadolu değil de Kafkaslar olduğu kabul edilirse, Doğu Anadolu üzerindeki
hak iddiaları da mesnetsiz kalmış olur. Yukarıda da değindiğimiz gibi kuzey
memleketi anlamına gelen Ermeni kelimesi, Ermenilerin Anadolu’nun yerli halkı
değil bir Kafkas topluluğu olduğunu göstermektedir.
Ermenice Hint-Avrupa dil
ailesine mensuptur. MS. 5. yüzyılda Din adamı Mesrob
Maşdots (y. 361-441) tarafından günümüzde kullanılan Ermeni Alfabesi
yapılmıştır. Ermeni alfabesi 38 harften oluşmaktadır. Günümüzde Ermeni yazı
lehçesi İstanbul merkezli Batı Ermenice ile İsfahan merkezli Doğu Ermenice
olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Modern Ermeniler Batı Ermenicesini
kullanmaların rağmen, günümüzde Ermenistan’ın kültürel çalışmaları sonucu Doğu
Ermenicesi başat Ermeni lehçesi haline gelmektedir.
Ermeniler 301 "Aydınlatıcı"
(Lusavoriç) lakabıyla anılan Aziz Grigor/Krikor'un öncülüğünde
Hıristiyan dinini kabul etmiştir. Dünyada topluluk olarak ilk kez Hristiyanlığı
benimseyenler Ermenilerdir. 451 yılında Ermeni kilisesi ile Rum (Ortodoks)
kilisesi doktrin farklılıkları nedeniyle yollarını ayırdılar. Böylece
Ermeniler, kendilerine özgü ayrı bir mezhep oluşturup, diğer hristiyan
topluluklarından ayrılmış oldular. Ermeni Apostolik Kilisesi adını alan ulusal
kilise, Batılı kaynaklarda (Ermeni kilisesinin kurucusu olan Aziz Grigor'a
atfen) Gregoryen adıyla da anılır.
Ermeni mezhebinin Ortodoksluktan ayrılan
temel özellikleri şunlardır:
1.
Ermeniler, Romanın üstünlük ve hakimiyetini
kabul etmezler.
2.
Chalcedoince ruhani mescilinin kararalırın
kabul etmezler.
3.
İsanın baba ile ayni tabiat ve ceherde bir
uluhiyet olduğuna inanırlar.
4.
Arafa inanmazlar.
5.
Papanın günah bağışlamasını red ederler.
6.
Hayvanları kuraban eder eski zanlardaki
ayinleri sürdürürler.
7.
Roma kilisesinin incil’e yaptığı yorumları
kabul etmezler.
Ermenilerin
Katolik veya Ortodoks olmamaları, onları batı hristiyanların koparmıştır.
Hristiyan dünyası uzun süre Ermenilere ilgisiz kalmış, bir anlamda onları
sapkın kabul etmiştir. Papalığın Ermenilere ilgisi daha çok onları Katolik
yapma arzusu şeklinde olmuştur. Ermenilerin Ortodoks olmamaları da Bizans
Devleti tarafından zulüm ve baskı görmelerine yol açmıştır. Bu baskı ve zulümden
Türklerin Anadolu’ya girmesiyle kurtulmuş, bir anlamda dini özgürlüklerine
kavuşmuşlardır. Hatta Fatih İstanbul’u alınca Ermeni Patriğini de yasal olarak
kabul etmiş, Rum Patriğiyle aynı statüye kavuşmalarını sağlamıştır. Yani
bilinenin aksine Türklerle Ermenilerin ilişkileri öyle düşmanca başlamamıştır.
Ermeniler, Türklerin kendilerine sağladığı bu hoşgörülü tutumu uzun süre dostça
karşılık vermiş, Osmanlının Teba-i Sadıkası olmuştur. Fakat batılıların yoğun
çalışmaları onların yollarını ayırmıştır.
Batılılar, uzun süre Ermenilere
şüpheyle yaklaşmışlardır. Dinsel farklık, onların tepkisini çekmiştir. Onlar,
Ermenileri bir hristiyan doğulu ulus olarak kabul ediyor ve küçümsüyorlardı.
Gerçekten de Ermeniler, yaşam tarzları, zevkleri ve tarihleri itibariyle doğuya
aittirler. Fakat, Osmanlıyı yok etme mücadelesi sonucu batılılar Ermenileri
keşf ettiler. Ermenileri Osmanlıya karşı kışkırtarak Osmanlının ve Türklerin
İslam coğrafyası ile irtibatını kesmeyi hedeflediler. Ermenilere verilmek
istenen topraklar bir anlamda Anadolu’yu İslam dünyası ile bağlantısını
koparmaya yol açacaktır. Ayrıca Ermeniler, batının ileri karakolu görevini
üstlenmiş olacak, İslam dünyasında ikinci bir Yahudi topluluk misyonunu görecektir.
Ermeni Tarihi
Ermenilerin ilk tarihleri
hakkındaki bilgiler karanlık olup, Efsane ve destanlardan öteye geçmemektedir.
Ermenilerin destansı tarihleri hz. Nuhla başlar. Onlara göre babacık anlamına gelen
Hayk Hz. Nuh’un torunlarındandır. Hz. Nuh’un gemisi Ağrı dağına indikten sona,
oğlu Yafesin oğlu Hayk Mezopotamya’ya gitmiş, Babil Kulesinin yapımında
bulunmuş, daha sonra büyük Ermenistan dedikleri doğu Anadolu’nun dağlık
bölgesine yerleşmiştir. Hayk’ın torunu Aram, bir devlet kurmuş, Aram’ın adından
alınma olarak Ermeni milleti ve devleti meydana gelmiştir.
Ermeni tarihinin çok net
olmaması, Ermenilerin bölgede güçlü bir devlet kurmamalarından
kaynaklanmaktadır. Ermeniler, bölgede yaşayan büyük devletlerin egemenliğine
girmiş (Asur, Pers, İskender, Bizans, Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı) veya
onlara tabi devletler olmuşlardır. Bu durum, onların kendi mecralarını
oluşturmalarına ve bağımsız bir tarihlerinin meydana gelmesine engel olmuştur.
Ermenilerin Müslümanlarla karşılaşmaları da
çok erken dönemde olmuştur. Hz. Ömer döneminde İyaz b. Ganem komutasındaki
İslam ordusu (638) yılında Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgeye ayak
basmıştır. Van, Bitlis ve Ahlatı almıştır. Ermeniler, Müslümanlara cizye
vermeyi kabul ederek İslam devletinin hakimiyetine girmişlerdir. Ermeni
bölgesine giren Bizans, Ermenilerin kendisine bağlanmalarını talep edince şu
cevabı alır: “Bizanslara ne vakit bağlı olduysak, kötü zamanlarımızda manasız
bir yardımdan başka bir şey görmedik. İtaatimiz bir çok kereler hakaretle
karşılandı. Bizi hakkımızda himayelerini esirgemeyen bugünkü efendilerimize
bırakın” Bu mektup, Müslümanların Ermenilere gösterdiği hoşgörüyü
göstermektedir.
Türklerin Anadolu’ya gelmeleri aslında Ermeniler için
bir kurtuluş olmuştur. Çünkü Bizans’ın baskı ve zulümleri artmaktaydı. Türkler
sayesinde çoğunlukta oldukları bölgelerde beylikler kurmuşlardır. Türklerde
bölgede kendilerine destek olacak bir yedek unsur olarak Ermenileri
gördüklerinden onlara iyi davranmış, bu durum Türk-Ermeni dostluğunu
pekiştirmiştir.
Osmanlı İdaresinde Ermeniler
Osmanlıların, Anadolu
beyliklerini kendisine bağlaması üzerine Ermeniler de Osmanlıya tabi olmuş
oldular. Hatta, Osmanlılar Bursa’yı alınca Ermeni Patrikliği de Bursa’ya
yerleşti. Fatih İstanbul’u alınca Bursa’daki Ermeni Patrikliğini de İstanbul’a
getirdi. Onlara, Rumlarla eşit haklar verdi. Böylece Ermeniler, İstanbul’un
Kumpakı, Yenikapı ve Balat çevresine yerleştiler. Yavuz’da Tebriz’de bir çok
Ermeni sanatçıyı İstanbul’a getirdi. Bir anlamda Türkler kendi elleriyle
Ermenileri başkentlerine taşıdılar. Tabiî ki bunun amacı, İstanbulu kültürel
bir merkez haline getirmekti.
Türklerin Ermenilere iyi
davrandıklarını bizzat Ermeni tarihçisi Vartanyan şöyle belirtir: “Türkiye
Ermenisi, Rus Ermenisine göre Ermeni kültürü dili, tarihi, edebiyatı bakımından
çok kuvvetli ve serbesttir. 19. yy. başlarında Ermenleri bir millet olarak,
henüz Avrupa’da bilinmiyordu. Ermenileri yeryüzüne dağılmış tacirler, kendi
çıkarlarından başka bir şeyle ilgisi olmayan kişiler; Yahudiler gibi vatansız
milliyetsiz, serseri olarak tanıyorlardı.”
Osmanlılar, Ermenilere o kadar
haklar tanımışlardı ki Ermeni Patriği kendi adamlarıyla haraç topluyor,
mahkemelerinde hukuk ve ceza işlerine bakabiliyor, nikah işlemlerini yapıyor,
hatta hapis gibi cezalar verebiliyordu.
Ermenilerin bu iyi durumlarına
karşın, Fransız ihtilalinin getirmiş olduğu milliyetçilik ile Fransa’da eğitim
gören Ermeni gençlerin Rumların özgürlük düşüncelerinden etkilenmeleri
Ermeniler arasında bağımsızlık fikrinin canlanmasına yol açtı. Tanzimat
fermanının azınlıklara tanığı haklar da onların cesaretlenmesine neden oldu. Ermeni
konusunu kullananların başında Rusya gelmektedir. Rusya, Rus Ermeni Patrikliği
aracılığıyla Osmanlı Ermenileriyle ilişki kurmuş, ayrıca konslosluğu
aracılığıyla da bu ilişkiyi geliştirmiştir. Tabi bu arada İngiliz ve Fransız
etkisini de unutmamak gerekir.
1856 ıslahat fermanından sonra Ermenilere dini ve
sosyal işleriyle birlikte istedikleri kadar okul açma hakkı verildi. Bu işlerin
yönetimi de Ermeni Patrikliğine verildi. İşte Osmanlı için sonun başlangıcı bu
karar olmuştur. Çünkü, Ermeni okul ve kiliselerinde örgütlenen, yetiştirilen
gençler, geleceğin komitacıları,
ihtilalcileri, eşkiyaları olacaklardır.
1878 Ayastafanos ve Berlin
Antlaşmalarında Ermeni bölgelerinde ıslahat yapılması kararlaştırıldı. Böylece
ilk kez Ermeni konusu uluslar arası bir antlaşmaya girmiş oldu. Ardından Wilson
ilkelerinde “Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk olan kısımlarına egemenlik hakkı
tanınmalı, fakat Türk olmayan halklara bağımsızlık verilmelidir.” Maddesiyle
Ermeniler kast edilmektedir. Mondros ateşkes antlaşmasının 24. maddesinde
“vilayeti sitede (altı doğu ili) herhangi bir kargaşa çıkarsa işgal
edilecektir” maddesiyle bölgeyi Ermenilere hazırlama emeline sahip olduklarını
göstermektedir. Sevr antlaşmasına göre ise; “Doğuda bir Ermeni devleti
kurulacak” (madde 88-93): Türkiye Ermenistan Cumhuriyetini tanıyacak;
Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecektir. (Başkan
Wilson 22 Kasım 1920'de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis
illerini Ermenistan'a verdi.)
Ermeni İsyanları
Osmanlı topraklarında bağımsız bir Ermeni devleti
kurmayı hayal eden Ermeniler ve onları kullanan devletler tarafından birer
terör örgütleri olan Tifliste kurulan “Hınçak” ve Cenevre’de kurulan “Taşnak”
örgütleridir. Bu örgütlerin ilk kurbanları da masum Ermeniler oldu. Fakat onlar
bu katliamlarını Türkler Ermenileri öldürüyor diye tanıttılar.
İlk isyan 1890'daki Erzurum'da
gerçekleşmiştir. Bunu, yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı gösterisi,
1892-93'te Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon olayları, 1894'te Sason isyanı,
Babıali gösterisi ve Zeytun isyanı, 1896'da Van isyanı ve Osmanlı Bankası'nın
işgali, 1903'te ikinci Sason isyanı, 1905'te Sultan Abdülhamid'e suikast
girişimi ve nihayet 1909'da gerçekleşen Adana isyanı izlemiştir. 1914'de
Zeytun'da 100, 1915 Van olaylarında 3.000 ve 1914-1915 Muş olaylarında 20.000
Türk, Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını kaybetmiştir.
Tehcir (Zorunlu Göç-Diaspora)
Tedhiş hareketleri sona
ermeyince Osmanlı Hükümeti çözüm olarak tehcir kararı almış ve ülkenin çeşitli
bölgelerinde yaşayan Ermenileri, savaş bölgelerinden uzak yeni yerleşim
merkezlerine götürmeye karar vermiştir.
Bu ulusa ve özellikle de Osmanlı gibi bir devleti
aliye’ye yapılacak en büyük iftira onun soykırım uyguladığıdır. Osmanlı’nın
sicili bu açıdan temizdir. Eğer onun soykırım gibi bir karakteri olsaydı bugün
Balkanlarda Bir Yunanlı, Sırplı ve Bulgarlı kalmamış olurdu. 400 yıl boyunca
onları yönettiği halde bölgeyi terk ettiğinde herkes asli kimliğine dönebildi.
Bu konuda asıl sicili karanlık olanlar bu soylu devlete iftira atmaktadırlar.
Fakat yine dünya harbi sırasında uygulamadan kaynaklanan yanlışlıklar oldu. Bu
yanlışlıkları görmek, çözmek ve tamir etmek de biz torunlarına düşmektedir. En
büyük yanlışlık kanımca kışın ortasında bir ulusu kadın, çoluk ve çocuk demeden
yerinden etmektir. Haklı gerekçeleri bile olsa, masumların ölümünü düşünerek
daha farklı metotlar ve zamanlamalar uygulanabilirdi. Fakat 1915 Tehcir olayı
diasporadaki Ermenilerin iddia ettikleri gibi bir soykırım değildir. Osmanlı,
yine kendi vatandaşları olan Ermenileri, o sırada kendi toprakları olan
Suriye’ye göndermişti. Ermenilerin bölgede kalması, beklide bölge halkları ile daha
büyük sorunlara yol açabilirdi.
Sorunun nasıl
başladığını anlamak için birazda Ermeni sorunun aslına dönelim. 1916 yılında
Ermeni kuvvetleri Rus ordusuyla birlikte Erzincan’a kadar geldiler. Bu durum, Ermenilerin Rusları
destekledikleri ve lojistik destek sağladıklarını göstermektedir. Türk
milletinin de zaten Ruslardan çok Ermenilere tepkileri vardır. Çünkü kardeş
bildikleri bir ulus onlara ihanet etmiştir. İhanete uğramanın verdiği bir hırs
vardı. Ayrıca, Ermeniler, Ruslardan daha çok zulm ediyordu. 1919’da Ermeni
kuvvetler Kars’a kadar olan yerleri işgal ediyorlardı. İtilaf devletlerinin
aldıkları yerlerde Ermenileri vali yapmaları doğuda milli mücadele ruhunu
ateşlemişti. Bu durumu İngiltere Yüksek Komiseri Calthorpe’un 29 Temmuz 1919’da
Londra’ya gönderdiği bir raporda General Milne bu direnişi şöyle yorumluyordu: “Büyük
Ermenistan sözü, milli hareket ateşini alevlendiriyor… Kürtleri tekrar sırt
sırta Türklerle bir hizaya getiriyor…”
Harbiye Nazırı Şevket Turgut
Paşa, 15 Haziran 1919 tarihinde Sadrazam’a yazdığı raporda Ermeni mallarının akıbeti hakkında bizlere
bilgi vermektedir: “Beyazıt’ta baş göstermeye başlayan Ermeni sızıntısı, az bir
zamanda Van’dan Hopa’ya kadar bütün sınır üzerinde genişleyecek bir
niteliktedir. Buna engel olmak resmi kuvvetlerimizin her türlü girişimlerine
karşı koymasıyla mümkündür… Ancak, bu bölgeye bir de Ermeni göçmenlerin dönmesi
sorununu da çözümlemek gereklidir. Osmanlı Ordusu, Erzurum ve bölgesini geri
alırken çekilen Ermeniler, Müslüman köylerini tüm yakıp yıkmışlar idi. Buralar
geri alındıktan sonra yerlerine dönen Müslüman halkın çoğu, kendi köylerini
yıkılmış görünce, zorunlu olarak boş ve yıkılmaktan kurtulmuş bulunan Ermeni
köylerine yerleşmişlerdir. Bugün Ermeni göçmenleri geri dönecek olurlarsa,
Müslümanlar tüm açıkta kalacaklardır. Bir de bu bölgeye Ermeni nüfusu
eklenirse, bu durum şiddetlenecektir… İşte bu gibi zorunluluklar, Ermenilerin
bu yıl için Osmanlı memleketlerine alınmamalarını, kesinlikle
gerektirmektedir.” (Türkiye’nin Düzeni Doğan Avcıoğlu)
Bütün bu olaylardan sonra Talat
Paşa başkanlığındaki ittihat ve Terakki Hükümeti Ermenileri bölgeden sürdü. "Tehcir Kanunu" olarak bilinen; ve fakat Türk ordusu savaş alanında
olduğu için cephe gerisinde oluşan isyan ve ayaklanmaları önleme gayesi güden "Savaş
zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından
uygulanacak önlemler hakkına geçici kanun" 27 Mayıs 1915 tarihinde
kabul edilmiştir. Kanun, 1 Haziran 1915 günü dönemin Resmi Gazetesi Takvim-i
Vekayi'de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. 10 Haziran 1915 tarihinde
yayımlanan bir emir yazısı ile de, göçe tabi tutulan Ermenilerin malları koruma
altına alınmıştır. Bir başkan ile, biri idari diğeri de maliyeci olmak üzere
iki üyeden oluşan "Terkedilmiş Mallar Komisyonu" kurulmuştur.
Bu komisyonlar, boşaltılan köy ve kasabalardaki Ermenilere ait malları tespit
edecek, ayrıntılı defterlerini tutacaktır. Defterlerden biri bölgesel
kiliselerde korunacak, biri bölge yönetimine verilecek, biri de komisyonda
kalacaktır. Bozulabilir eşya ile hayvanlar açık arttırma ile satılacak ve
parası korunacaktır. Komisyon gönderilmeyen yerlerde, bildiri hükümlerini
bölgelerdeki görevliler yerine getirecektir. Bu malların Ermeniler dönünceye
kadar korunmasından hem komisyon, hem de bölge yöneticileri sorumlu olacaktır.
Cumhuriyet Dönemi ve Ermeni Terörü
Ermeni terörü Cumhuriyet
dönemindede büyük bir hızla sürdü. Türkiye üzerine sömürgeci emeller besleyen
İngiltere ve Rusya'nın kurdurduğu Taşnak ve Hınçak komitelerinin ülke
içerisindeki kışkırtmaları sonucunda meydana gelen isyan ve katliamların yanı
sıra Ermeniler, 1905'teki Yıldız Suikasti'yle silahlı terör metodolojisinin ilk
örneğini vermişlerdir. Talat Paşa ve Cemal Paşa'yı da aynı yöntemle şehit eden
Ermeniler, uzun bir aradan sonra 1965 yılında tekrar terör metoduna
dönmüşlerdir. 1970'li yıllarda ise ASALA "Ermenistan'ın Kurtuluşu İçin Ermeni
Gizli Ordusu" sahneye çıkmış, 1984'e
kadar 42 Türk diplomatını şehit etmiştir.
Ardından, Asala örgütü geri plana alınarak PKK
hareketi desteklenmiştir. 4 Haziran 1993 tarihinde; Ermeni Hınçak Partisi,
ASALA ve PKK terör örgütü mensuplarının katılımıyla Batı Beyrut'ta bulunan PKK
terör örgütü merkezinde bir toplantı yapılmıştır. 6- 9 Ocak 1993 tarihlerinde
Beyrut'taki iki ayrı kilisede düzenlenen ve Lübnan Ermeni Ortodoks
Başpiskoposu, Ermeni Parti yetkilileri ile 150 gencin katıldığı toplantılarda,
PKK terör örgütü ile yapılan mücadele kastedilerek; Türkiye'de iç savaş devam
edeceğine, Türk ekonomisinin sıfır noktasına gelerek, vatandaşların baş
kaldıracakları dile getirilmiştir. Buna bağlı olarak, Türkiye'nin bölünerek ve
bir Kürt devleti kurulacağı, Ermenilerin Kürtlerle olan ilişkilerini iyi bir
şekilde yürütmeleri ve Kürtlerin mücadelelerini desteklemeleri gerektiği
konuları dile getirilmiştir.
Bugünde Ermeni sorunu tüm uluslar arası arenada
karşımıza çıkan en önemli sorundur. Beklide önümüzdeki on yıllar, bu sorunla
yatıp kalkacağız. Bugün bir çok batılı başkentlerde ve parlamentolarında
Türklerin Ermeniler soykırım uyguladıkları tartışılmakta Fransa da olduğu bazıları
bunu kabul etmektedir. Hatta Amerikan senatosu bu her Nisan ayında gündemine
almakta, Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmaktadır. Bir anlamda Türkiye’yi
pazarlık masalarına oturtma hedefi güdülmektedir. Ermeni soykırım iddialarının
kabul edilmesinin en önemli sonucu arkasından gelecek olan tazminat ve toprak
talepleridir. Yani Ermenilere soykırım uygulandığını kabul etmekle iş
bitmemektedir. Ermenilerin şu anda en büyük amacı dünyanın önemli devletlerine
soykırımı kabul ettirmek, ardından Türkiye’ye baskı uygulayarak tazminat ve
toprak talep etmektir. Bu durum, ülkemizin birliğini ve varlığını tehdit eden
en önemli unsurdur.
İbrahim halil er
milli gazete
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)