26 Mayıs 2013 Pazar

ARAPLAR İHANET ET(ME)Dİ

Arabistan ve Hicaz:

 l. Dünya savaşı başladığı sırada Arap Yarımadası Osmanlıların egemenliğinde bulunuyordu. Basra Körfezi kıyısında bulunan Aden, Hadramut, Maskat, Umman,  Bahreyn ve Kuveyt Şeyhlikleri İngiliz himayesinde girmişti. Yemen, Asir, Sama, Necit, Hicaz ise Osmanlı vilayetleriydi. Bu iller arasındaki en önemlisi de dini nedenlerden dolayı Hicaz’dı. O dönemlerde hicaz’ın nufusu l milyona yakın olup, bunun dörtte üçü Bedevilerden oluşmaktaydı. Yüzölçümü 300.000 km.’dir.

            Arabistan’daki Osmanlı kuvvetleri 4 tümenden oluşmaktaydı. 22. Tümen Hicaz’da, 21. Tümen Asir’de bulunuyordu. 7. Kolordu’yu meydana getiren diğer iki tümen de diğer bölgelere yerleştirilmişlerdi.

 İngilizlerle Birlikte Osmanlılara Karşı Savaş

Osmanlı devleti, ll. Abdülhamit’le birlikte bölgede İslamcılık politikası uygulamıştı. Fakat Hicaz bölgesi halkının İngilizlerle ittifak kurması bu politikanın o dönemlerde uygulanamayacağını ve Araplar’ın da Milliyetçiliğe kapıldığını göstermektedir. Osmanlılar, Hicaz’ı aldığından beri, buraya ayrıcalıklı bir muamele uygulamışlardı. Onlara Kavmi Necip diyerek askeri hizmetlerden ve vergilerden muaf tuttukları gibi hac dönemlerinde Surre alayları da düzenleyerek bölge halkına maddi yardımlarda bulunmuşlardı. Bundan dolayı Osmanlılar, savaş sırasında en çok Hicaz bölgesinin kendilerini destekleyeceğini umarken, bölge halkı İngilizlerle anlaşmışlardı. Osmanlılar, desteğini ummadığı Yemen bölgesinin de desteğini almıştı.

            Hicaz bölgesi’nin ihanete hazırlanması daha savaştan önceki sürece dayanır.  Savaştan önce İngilizler Mısır’daki yetkilileri kanalıyla Mekke Şerifi Hüseyin ve oğlu Abdullah’la ilişki kurmuştu. 23 Eylül 1914 yılında Londra, Osmanlı ile İngiltere arasında bir savaş çıkması durumunda Hicaz’ın tepkisinin nasıl olacağını öğrenmek istemiş, Abdullah babası adına verdiği karşılıkta Hicaz’ın İngiltere’ye eğilimli olduğunu belirtmişti. Savaşın başlaması üzerine İngiltere 31 Ekim 1914’de Şerif Hüseyin’e aşağıdaki önerilerde bulunmuştu.

“İngiltere, Türkler tarafından savaşa sürüklenmiştir. Arap milleti eğer bu savaşta İngiltere’ye yardım ederse, İngiltere de Arabistan’a hiçbir iç müdahalede bulunmayacağını garanti edecek ve bir dış saldırıya karşı Araplara her çeşit yardımlarda bulunacaktır. Mekke veya Medine’de saf Arap ırkından bir Arap’ın halifeliği üzerine almasıyla bugün sürüp gitmekte olan fenalıklar da Tanrı’nın inayeti ile sona erebilir.”

Teklifte de görüldüğü gibi Araplara ihanetleri karşılığında şu tekliflerde bulunulmuştur:

  1. Arabistan’ın bağımsızlığı
  2. Halifeliğin tekrar Araplar’a geçmesi
  3. Halifenin Mekke veya Medine’de oturması.
  4. Halife’nin saf Arap ırkından, yani hicazlıların eline geçmesi

 

İngiltere ile Araplar arasındaki bu anlaşmada iki proplem vardı. Bunlar;

  1. İngiltere’nin Araplar’ın onayı olmadan Osmanlı ve Almanlarla bir barış antlaşması yapmamasıydı.
  2. Bağımsız Arap devletinin sınırlarının saptanması

 

Şerif Hüseyin’in İngiltere’den istediği Arap devletinin sınırı; Kuzeydi Muş ve Adana’dan başlayarak 37. enleme kadar (Birecik, Urfa, Mardin, Midyat, Amadiye bu derecenin altında kalmaktadır. ) Doğuda İran sınırına kadar. İran sınırından Basra Körfezi’ne kadar. Güneyde Hint denizinden  (Aden hariç) Kızıldeniz’e kadar. Kızıldenizden kuzeyde Mersin’e kadar olan toprakları istemişti. Şerif Hüseyin; Irak toprakları için de şunları söylemiştir. “Irak’taki Arap toprakları Arap krallığının bir parçasıdır. Peygamber ve Ali zamanından bu yana Araplara ait bulunmuşlardır. Anlaşmaya elverişli zemini hazırlamak için, bu gün için İngilizlere bırakmayı kabul ediyoruz. Ancak, İngiltere de kurulacak Arap krallığına tazminat vermelidir.”

İngiltere; Hüseyin’in önerilerinden sınır ile ilgili olanı üzerine İskenderun ile Adana ve ŞamDın batısında uzanan Hama, Humus ve Haleb’in tam Arap sayılamayacağını, ayrıca hudut üzerinde Fransa’nında söz sahibi olduğunu öne sürdü. Şerif Hüseyin, Adana ile İskenderun’dan vazgeçmekle beraber, adı geçen diğer şehirlerin Arap olduğunda direndi. Bundan dolayı İngiltere ile Şerif Hüseyin arasında ortada hukuksal ve siyasal bir anlaşma imzalanmış olmamakla beraber 1915 yılı sonlarında Türklere karşı bir anlaşmaya da varılmıştır. Bu anlaşma; İngiltere’nin Mısır valisi Mac Mahon ile Şerif Hüseyin arasında yapıldığından buna Mac Mahon antlaşması da denir.

 

Osmanlı Yöneticilerin Basiretsizliği:

Bu dönemde Osmanlı yönetiminde dizginler İttihat ve Terakki yönetimin eline geçmişti. Şerif Hüseyin’in bu manevralarından habersizlerdi veya gerekli önemi vermiyorlardı. İttihat ve Terakki Partisinin önemli yöneticilerinden Cemal Paşa Şam’da 4. Ordu komutanı olarak bulunuyordu. Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah sürekli bu komutanlığa uğramakta ve hatta Şerif Hüseyin’in bazı girişimleri çeşitli kanallarca Cemal Paşa’ya bildirilmesine rağmen Cemal paşa bu haberlere gerekli önemi vermemekteydi. O, Şerif Hüseyin’in Halifeye karşı kafirle işbirliğine gireceğine inanmıyordu. Onun yalancı ve güvenilmez olduğunu bilmesine rağmen İslam dünyasını ve mukaddes toprakları hristiyanlara peşkeş çekeceğine ihtimal vermiyordu. Kanal cephesinde Şerif Hüseyin’in adamlarıyla katılıp destek olacağını söylemesine inanmış, ona silah ve cephane verdiği gibi 60.000 lira kadar da bir para vermişti.

O dönemlerde Teşkilatı Mahsusa Reisi olan Eşref Sencar Kuşçubaşı hatıralarında; teşkilatın Şerif Hüseyin’in çalışmalarından haberdar olduğu ve yetkilileri uyardığını anlamaktayız. Fakat maalesef o dönemdeki İttihatçı kadrolar bu uyarıları dikkate almamışlardır. Eşref Bey hatıralarında şunları söylemektedir: “Enver Paşa’ya Arabistan’ın içini sarmakta olan fesadı ve nihayet bir seneye kadar Mekke Şerefi Hüseyin Paşa ile üç oğlunun isyan edeceğini, bize en çok sadık görünenlerin de, milli bir mahiyet alarak bu ayaklanmanın dışında kalamıyacaklarını izah ettim.” Ayrıca ona şunları da ekledim: “Mısır bütün Arap yarımadasını bir anda aleyhimize ayağa kaldıracak İngiliz tahriklerinin merkezi olmuştu. Su gibi İngiliz altını akıyordu. İngiliz gizli servislerinin elemanları çölün en ücra köşelerine kadar sızmışlardı. Enver Paşa izahatlarımı sabırla dinledi. Ben bu izahları Enver, Talat ve Cemal paşalara da yaptım. Fakat maalesef onlar güzel haberlere itimat etmeye meyilliydiler. Fakat Cemal Paşa Şerif Hüseyin’den yemin aldıklarını ve Medine civarında aldırılan askeri tedbirleri de yeter maddi garanti addetmişlerdi. Hata burada idi. Bu hata Arabistan’ın en kötü bir şekilde elden çıkmasına neden oldu. Bize bu kötü muameleleri reva gören Şerif Hüseyin ve ailesine İlahi Adalet tecelli etti. Bütün aile fertleri, ya hüsran içinde öldüler, ya parçalandılar. Ya da beklenmedik feci kazaların kurbanı oldular. Ya bizzat kendi tebaları tarafından katledildiler. Onlara katılanlar da aynı akibete uğradı. [1]

 

Mekke Ayaklanması:

Şerif Hüseyin ve oğlu Abdullah, Cemal Paşa ile Medine Komutanı Fahreddin Paşa’yı ayaklanma gününe kadar kandırmayı ve uyutmayı başarmışlardı. İnsanın bu kadar dolaplar dönerken nasıl uyuduğu ve araştırma yapmadıkları, casusluk ağı oluşturmadıklarını düşünmekten kendini alamıyor... 10 Haziran 1916 yılında Arap ayaklanması Mekke’de başladı. Araplar gün doğmadan kışlayı bastılar. 11 Haziran’da başkarakol, 12 Haziran’da Hamidiye Arapların eline geçti. 16 Haziran’daki Cidde’deki Türk garnizonu utsak edildi. 17 Eylül’de Taif düştu. Böylece Medine dışındaki tüm hicaz asilerin eline geçti. Şerif Hüseyin ve adamları güya kanal cephesine katılmak amacıyla birkaç bin adamı Medine’ye gönderdiler. Fakat aslında bu adamların amacı Medine’yi ele geçirmekti. [2]İngiliz ajanı Lawrence’in yönetiminde Maan-Medine demiryoluna saldırılmış, Fakat Medine komutanı Fahreddin Paşa’nın direncini kıramamıştır. Daha sonra Mandros Ateşkes Antlaşmasıyla Medine İngilizlere (pardon Araplara) verilmiştir. [3]

 

Şerif Hüseyin; Halife’ye karşı kafirlerle işbirliği içine girmesi ve halifeye savaş açmasını kendi halkına ve dünya Müslümanlara açıklama ihtiyacını hissetti. Bunun üzerine şu gerekçeleri ileri sürdü:

  1. İttihat ve Tarakki Partisi’nin kurduğu istibdat yönetimine karşı çıktıklarını
  2. İttihatçılar, islama aykırı davaranmış ve Kur’an ile Sünnetten ayrılmışlardır.
  3. Bize düşen Allah’ın kanunlara aykırı hareket eden bu kişilere karşı mücadele etmektir.

 

Arapların Yardım ve Destekleri:

 l. Dünya savaşı sırasında 7. Kolordu birliklerin bir kısmı Yemen’i üs olarak belirlemişlerdi. Yemen halkı, savaş boyunca Osmanlılarla birlikte İngilizlere karşı savaşmışlardı. Yani o meşhur Araplar’ın bizi İngilizlere satması hikayesi bütün Araplar için geçerli değildi. Aşağıda da belirteceğimiz bazı Araplarca geçerliydi. Şerif Hüseyin’in 1916 yılında Hicaz’da çıkardığı ayaklanma’ya diğer Arap emirleri katılmamışlardır. Türk tarihçileri ve Türkiye’deki resmi öğreti bu isyanı ve Hicaz’lıların İngilizleri desteklemesini bütün Arap milletine genelleştirerek, Arapların ihaneti olarak sunmaktadırlar. Fakat bu topyekün bir Arap ihanetinden ziyade Şerif Hüseyin ve çevresinin ihanetiydi. Nitekim Şerif Hüseyin’de bunun farkında olduğundan kendisini Hicaz Emiri ve Şerifi diye nitelendirmiştir. Daha sonra Mekkede toplanan ileri gelenler (29 Ekim) Şerif Hüseyin’i Araplar’ın kralı olarak duyurdular. Oğlu Abdullah; Arap hükümetinin dışişleri bakanı olarak İtilaf devletine olayı bildirdi. Fakat, Arapların kralı ünvanı diğer emirler tarafından kabul edilmedi. Şerif Hüseyin kendisini Hicaz Kralı olarak nitelendirmek zorunda kaldı. [4] Eşref Bey; Hicaz bölgesindeki Osmanlı Devletinin uyguladığı yanlış politikaları sayarken, Osmanlıların bölgedeki Şerif Hüseyin muhalifi diğer Arap kabileleriyle anlaşmamasını göstermektedir. O, bölgede Şerif Hüseyin’e bağlı olmayan ve onu benimsemeyen bir çok Arap kabilelerin bulunduğunu ve onlarla eğer ciddi bir ilişki kurulmuş olsaydı bölgeyi çok iyi bilen 3-5 bin kişilik bir Bedevi gücü oluşturulabileceğini ve bu güç sayesinde Şerif Hüseyin ve adamlarının etkisiz hale getirileceğini belirtmektedir. Özellikle Huteym ve Şeraret gibi Bedevi kabileleri bu kategoriye dahil edilebilinir. Ayrıca, modern Suudi Arabistan’ın kurucu olan İbn-i Suut’da Şerif Hüseyin’in baş düşmanıydı. Hatta Şerif Hüseyin’e isyan sırasında saldırılarda bulunarak onun Kıbrıs’a kaçmasına yol açmıştı. Fakat o dönemin yöneticileri İbn-i Suud ve ailesiyle gerekli diyaloğa girmeyince, İngilizler Şerif Hüseyin’i satıp Suud ailesiyle anlaşacaklardır. Yani bizim yapmamız gerekeni onlar yapmışlardır.[5]Bu arada İbni Reşid (Şamar), Yemen’de Seyyid Yahya ve Libya’da Senusiler de bütün güçleriyle Osmanlı’yı desteklemektedirler.

            Şerif Hüseyin’in isyanı sırasında Osmanlı’yı destekleyen diğer Arap kabileleri de şunlardır: Yemen’de bulunan Sade ve Vadi-i Necran Arapları ve onların lideri olan İmam Yahya, Osmanlılar’a sadakatini kaybetmediğinden dolayı Şerif Hüseyin tarafından zincire vurulan el-Bişriler kabilesi liderleridir. İç kesimlerdeki Arap kabilelerinin bir çoğu da Osmanlılara bağlı olmasına rağmen, deniz kıyısı ve iç kesimlerin gıda ihtiyacı Şerif Hüseyin’in topraklarından geldiğinden, Osmanlı devletinden de gerekli ilgiyi görmediklerinden şartların getirdiği zorunluluktan dolayı Şerif Hüseyin’i desteklediler. Bu Arap liderler, olaylardan önce Osmanlı yönetimini uyarmış, eğer gerekli önlem alınmasa Şerif Hüseyin’i desteklemek zorunda kalacaklarını belirtmişlerdir. Örneğin Teşkilatı Mahsusa bölgedeki Arap liderleriyle görüşmek için M. Akif Ersoy, Şeyh Salih Şerif ve Eşref Bey Necid’i ziyaret etmiş ve Urbanın liderleriyle görüşmüşler, buradaki Arap liderler bu konuda, Osmanlı heyetini uyarmışlardır. [6]

İngiliz kaynaklarında Araplar’ın Osmanlılara olan destekleri hakkında da şu bilgileri vermektedir: “Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kahire’da çok yoğun bir faaliyet yaptığı özellikle Kahire Hukuk Fakültesinde büyük bir taraftar elde ettiğini belirtmekte, Abbasiye hastahanesini ziyaret eden Mısır Sultanına Mehmet Halil adında bir genç tabanca ile saldırmış ve iki el ateş etmiştir. (Mısır Sultanının İngiliz yanlısı tutumundan dolayı) Bu genç daha sonra divan harp tarafından idam edilmiştir. Kahire Hukuk Fakültesi öğrencileri de Kralın okulu ziyareti sırasında okulu boykot etmiş ve gösteriler yapmışlardır. Bütün bunların aynı zamanda gerçekleşmesi, Türkiye’nin İslam birliği siyaseti ile askeri operasyonları aynı anda yürütmede başarılı olmuşlardır. [7]

            Sonuç Olarak

            Ülkemizde yüz yıldır Arapların bizi sattığı veya arkadan vurduğu propagandası yapılmakta, genç dimağla bir anlamda Arap karşıtı olarak konumlandırılmaktadır. Buradaki resmi politika, ülkenin batı yörüngesine girmeyi meşrulaştırma ve halkını Araplardan, dolayısıyla islamdan uzaklaştırmak için bahane oluşturmaktadır.

            Yukarıda da görüldüğü gibi, Osmanlı’ya karşı yapılan ihanet dar bir çerçevede kalmış, diğer Arap toplumları Osmanlıyı desteklemişlerdir. İnanmayanlar, Çanakkaleye gidip şehit mezarlarına bakabilirler.

            Tüm Arapların ihanet ettiği şeklindeki resmi politikayı sürdürmek, Osmanlı’yı canı pahasına savunan insanlara bir hakarettir. Emperyalistler, nasıl ki ülkemizde Arapların bize ihanet ettiği şeklinde bir propaganda sürdürürken, Arap ülkelerinin ders kitapları da Osmanlı’nın kendilerini sömürdüğü ve geri kalmalarının tek nedeninin Osmanlı (dolayısıyla Türkler) olduğu empoze edilmektedir. Yani Emperyalistler bir taşla bir çok kuş vurmaktadırlar. Böylece Türkler ile Arapların bir araya gelmemelerini sağlamaktadırlar. Çünkü onlar da biliyor ki Türkler ile Araplar bir araya gelirse kendi sömürü düzenleri yok olur.

             

 

Bir Kitap

Maverdi ve Ahkamı Sultaniye

          Tam adı Ebu Hasan Ali b. Muhammde el-Maverdi’dir. Maverdi lakabının verilmesinin nedeni olarak ailesinin gülsuyu satmasıdır.  (ma, su; verd, gül) 972 yılında Mısır’da doğdu. Daha sonra Bağdat’a gitti. 1059 yılında Bağdat’ta vefat etti.

            Diplomatik seyahatleriyle meşhur olmuştur. Özellikle Halife ile Buveyhiler arasında ve onlar ile Selçuklar arasındaki sorunları çözmek amacıyla mekik diplomasisi yapmıştır. Bir çok sorunu silahlı çatışmaya varmadan görüşmelerle çözmesini bilmiştir.

            Maverdi’nin dönemindeki Abbasi halifesi Kadirbillah ve kaimbiemrillahtır. Büyük bir olasılıkla meşhur eseri Ahkamı Sultaniye’sini halife Kaimbiemrillah’a yazmıştır. Dönemin Büveyhi emiri ise Celaluddevle’dir. Lakabı Melikulmulk’tir. Aslında bu lakap Allah’tan başkasına verilmez.

            1853 yılında Alman Oryantalist Enger Constitutiones Politicael adı altında Avrupada ilk defa Ahkamı Sultaniye’yi yayınladı. Bundan sonra tüm oryantalistler, İslam siyaseti kanusunda fikir sahibi olabilmek için bu kitaba eğilmeye başladılar. Bu kitap etrafında bir çok dersler yapıldı. Özellikle devlet idaresi hakkındaki bölümler dikkat çekti.

            Bütün araştırmacıların ittifakla kabul etkileri şey ise İslam siyaseti konusunda yazılmış ilk eser olmasıdır. H. Gibb, Ahkamı Sultaniye için onun başlıbaşına bir İslam siyaset görüşü olmadığını bilakis kendi zamanının siyasetini savunduğunu belirtmektedir. Gibb devamla, Maverdi’nin hilafetin devamı için pratik programlar ortaya koyduğunu söyler. O dönemde halifelik Buveyhilerin denetimindedir.

            Maverdinin burada ise, içinde bulunduğu yeni duruma karşı bir çözüm yolu üretmekti. Böylece hilafetin devamını sağlamaktı. Alimler arasında Maverdi’nin fikri konusunda ihtilaflar bulunmaktadır. Onlardan bir çoğu onun eserini salt islamın genel siyasi görşü olarak okunmamalı, bir eşari görüşü olarak görmelidir. Çünkü Maverdi bir eşariydi ve onun eseri bu görüş çerçevesinde yazılmıştı. Gibb’de aynı görüşte olup “kitabı eşari görüşü çerçevesinde okunması gerektiğini söylemektedir.”

            Bazıları da bu görüşe karşı çıkarak, Maverdinin Mutezile veya Eşari değil bir Sünni alimi olduğun belirtmektedir. Onun herhangi bir mezhep veya fırkayla ilişkilendirilemeyeceğin söylerler. Oryantalist Henry Lavest ise Maverdiyi Kanun ve Şeriat konusunda uzman bir fıkıhçı olduğunu herhangi bir mezheple irtibatlaşamayacağı görüşündedir. Kitabı Ahkamı Sultaniye ise İslam kanunları hakkında olup, genel olarak ele aldığını asıl ağırlığını devlet ve müesseseler konusunda yaptığını belirtir.

            Maverdinin bu temel eseri aslında bir anlamda İslam devlet yönetimi alanında yazılmış ilk eser olma özelliğine sahiptir. Diğer bir anlamda da o güne kadar olan ve uygulanagelen yönetim sistemlerini meşrulaştırarak, yasal bir zemine oturtma çabası olarak görülebilir.

            Kitap, bu haliyle ideal İslam devlet yönetim biçiminin veya Sünnilerin ideal devlet modelinin bu model olduğunu (saltanat, monarşik)izlenimini vermekte, böyle bir yanlış anlaşılmanın doğmasına neden olmaktadır.

 

                                                                                  İbrahim Halil ER

 

TARİHTEN NÜKTELER

RUS  NE  DEMEKTİR?

 

    Deli  Petro, Avrupa  seyahatlarından  birinde   bulunduğu  sırada  şöyle  bir  soru  ile  kaşılamış ve hemen  şöyle  bir  cevap  vermiş;

    -En  sadık  köle  demektir.

    Karşısındaki  hayretler  içinde   kalmış  ve   sormuş:

    -Nasıl olur?  Kimin  kölesi  olur?

    Çar  bu  haklı  kannati  şöyle  açıklamış:

    -Başında  kim  bulunursa bulunsun,  Rus  onun  en  sadık  kölesidir?

    Deli Petro’nun   bu  sözünde  haklı  olduğunu   çarlık  devrinden   bu güne   değin   geçen  zaman   göstermiş  olsa gerektir...

 

İBRETLİK OLAYLAR

DUNYAYI KURTARMA

 

Amerikanın sorumluluğu büyüktü. Örneğin dünyayı kurtarma görevi onundu. Bazen uzaylılara karşı, bazen vahşi bir terör grubuna karşı dünyayı kurtarmak zorundaydı. Her ne kadar bütün kurtarcıların yaptığı gibi, kurtardığı kişinin ırzına geçse de bir batılı büyüğün dediği gibi "tecavuz kaçınılmassa zevk almaya bak" prensibini karşı tarafa benimsettiğinden genellikle iğfal edilen kişi, bu olayı kendisine karşı duyulan bir sevgi olarak telakki etmekteydi.

    Gene Coni'ye dünyayı kurtarma görevi verilmişti. Bu seferki hedefi, dünya için büyük bir tehlike olan Saddam'dı. Coni hiçbir masraftan kaçınmadı. Büyük paralarla kaliteli ve süslü bombalar yaptı. Kim demiş Amerika insana değer vermiyor diye... Adamlar, insan öldürmek için hiç bir masraftan kaçınmayarak bombalar imal ediyorlardı.

            Tabiki onların en büyük gerekçeleri insanlık, demokrasiydi. Demokrasi götürüyoruz dendiğinde akan sular dururdu. İnsanlar, Amerika’nın getirdiği demokrasi sayesinde ölmüş olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Amerika en azından insanlara seçme özgürlüğü veriyordu. Silahla mı ölecekler, yoksa köle mi olacaklar seçeneğini insanlara bırakarak demokrasiye ne kadar bağlı olduğunu göstermiş oluyordu.

            Fakat o da ne? Amerika canını dişine takarak o kadar uzak yoldan demokrasi getirmek için uğraşsın, basit Arap yığınları direnmeye başlamışlardı. Zaten bu Araplara hiç iyilik olmuyordu. Hem onlar, Türkleri de arkadan vurmamışlar mıydı? Yani Türkleri arkadan vurmalarına rağmen şu Türklere ne oluyordu da Araplara karşı kendilerine yardım etmiyorlardı. Nerede yanlışlık yapılmıştı.

ibrahim halil er
milli gazete

 



[1] Kutay Cemal, Teşkilatı Mahsusa
[2] Kıcıman Naci Kaşif, Medine Mudafaası
[3] Osmanlı Ansiklopedi. Cilt:7
[4] Uzunçarşılı İsmail, Osmanlı Tarihi C. 9
[5] Kutay Cemal, Teşkilatı Mahsusa
[6] Kutay Cemal, Teşkilatı Mahsusa
[7] Kutay Cemal, Teşkilatı Mahsusa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder