l. Dünya savaşı başladığı sırada Arap
Yarımadası Osmanlıların egemenliğinde bulunuyordu. Basra Körfezi kıyısında
bulunan Aden, Hadramut, Maskat, Umman, Bahreyn
ve Kuveyt Şeyhlikleri İngiliz himayesinde girmişti. Yemen, Asir, Sama, Necit,
Hicaz ise Osmanlı vilayetleriydi. Bu iller arasındaki en önemlisi de dini
nedenlerden dolayı Hicaz’dı. O dönemlerde hicaz’ın nufusu l milyona yakın olup,
bunun dörtte üçü Bedevilerden oluşmaktaydı. Yüzölçümü 300.000 km .’dir.
Arabistan’daki
Osmanlı kuvvetleri 4 tümenden oluşmaktaydı. 22. Tümen Hicaz’da, 21. Tümen
Asir’de bulunuyordu. 7. Kolordu’yu meydana getiren diğer iki tümen de diğer
bölgelere yerleştirilmişlerdi.
Osmanlı
devleti, ll. Abdülhamit’le birlikte bölgede İslamcılık politikası uygulamıştı.
Fakat Hicaz bölgesi halkının İngilizlerle ittifak kurması bu politikanın o
dönemlerde uygulanamayacağını ve Araplar’ın da Milliyetçiliğe kapıldığını
göstermektedir. Osmanlılar, Hicaz’ı aldığından beri, buraya ayrıcalıklı bir
muamele uygulamışlardı. Onlara Kavmi Necip diyerek askeri hizmetlerden ve
vergilerden muaf tuttukları gibi hac dönemlerinde Surre alayları da
düzenleyerek bölge halkına maddi yardımlarda bulunmuşlardı. Bundan dolayı
Osmanlılar, savaş sırasında en çok Hicaz bölgesinin kendilerini
destekleyeceğini umarken, bölge halkı İngilizlerle anlaşmışlardı. Osmanlılar, desteğini
ummadığı Yemen bölgesinin de desteğini almıştı.
Hicaz
bölgesi’nin ihanete hazırlanması daha savaştan önceki sürece dayanır. Savaştan önce İngilizler Mısır’daki
yetkilileri kanalıyla Mekke Şerifi Hüseyin ve oğlu Abdullah’la ilişki kurmuştu.
23 Eylül 1914 yılında Londra, Osmanlı ile İngiltere arasında bir savaş çıkması
durumunda Hicaz’ın tepkisinin nasıl olacağını öğrenmek istemiş, Abdullah babası
adına verdiği karşılıkta Hicaz’ın İngiltere’ye eğilimli olduğunu belirtmişti.
Savaşın başlaması üzerine İngiltere 31 Ekim 1914’de Şerif Hüseyin’e aşağıdaki
önerilerde bulunmuştu.
“İngiltere,
Türkler tarafından savaşa sürüklenmiştir. Arap milleti eğer bu savaşta
İngiltere’ye yardım ederse, İngiltere de Arabistan’a hiçbir iç müdahalede
bulunmayacağını garanti edecek ve bir dış saldırıya karşı Araplara her çeşit
yardımlarda bulunacaktır. Mekke veya Medine’de saf Arap ırkından bir Arap’ın
halifeliği üzerine almasıyla bugün sürüp gitmekte olan fenalıklar da Tanrı’nın
inayeti ile sona erebilir.”
Teklifte de görüldüğü gibi
Araplara ihanetleri karşılığında şu tekliflerde bulunulmuştur:
- Arabistan’ın bağımsızlığı
- Halifeliğin tekrar Araplar’a geçmesi
- Halifenin Mekke veya Medine’de oturması.
- Halife’nin saf Arap ırkından, yani hicazlıların
eline geçmesi
İngiltere ile Araplar arasındaki
bu anlaşmada iki proplem vardı. Bunlar;
- İngiltere’nin Araplar’ın onayı olmadan Osmanlı ve
Almanlarla bir barış antlaşması yapmamasıydı.
- Bağımsız Arap devletinin sınırlarının saptanması
Şerif
Hüseyin’in İngiltere’den istediği Arap devletinin sınırı; Kuzeydi Muş ve
Adana’dan başlayarak 37. enleme kadar (Birecik, Urfa, Mardin, Midyat, Amadiye
bu derecenin altında kalmaktadır. ) Doğuda İran sınırına kadar. İran sınırından
Basra Körfezi’ne kadar. Güneyde Hint denizinden
(Aden hariç) Kızıldeniz’e kadar. Kızıldenizden kuzeyde Mersin’e kadar olan
toprakları istemişti. Şerif Hüseyin; Irak toprakları için de şunları
söylemiştir. “Irak’taki Arap toprakları Arap krallığının bir parçasıdır.
Peygamber ve Ali zamanından bu yana Araplara ait bulunmuşlardır. Anlaşmaya
elverişli zemini hazırlamak için, bu gün için İngilizlere bırakmayı kabul
ediyoruz. Ancak, İngiltere de kurulacak Arap krallığına tazminat vermelidir.”
İngiltere;
Hüseyin’in önerilerinden sınır ile ilgili olanı üzerine İskenderun ile Adana ve
ŞamDın batısında uzanan Hama, Humus ve Haleb’in tam Arap sayılamayacağını,
ayrıca hudut üzerinde Fransa’nında söz sahibi olduğunu öne sürdü. Şerif
Hüseyin, Adana ile İskenderun’dan vazgeçmekle beraber, adı geçen diğer
şehirlerin Arap olduğunda direndi. Bundan dolayı İngiltere ile Şerif Hüseyin
arasında ortada hukuksal ve siyasal bir anlaşma imzalanmış olmamakla beraber
1915 yılı sonlarında Türklere karşı bir anlaşmaya da varılmıştır. Bu anlaşma;
İngiltere’nin Mısır valisi Mac Mahon ile Şerif Hüseyin arasında yapıldığından
buna Mac Mahon antlaşması da denir.
Osmanlı Yöneticilerin
Basiretsizliği:
Bu dönemde
Osmanlı yönetiminde dizginler İttihat ve Terakki yönetimin eline geçmişti.
Şerif Hüseyin’in bu manevralarından habersizlerdi veya gerekli önemi
vermiyorlardı. İttihat ve Terakki Partisinin önemli yöneticilerinden Cemal Paşa
Şam’da 4. Ordu komutanı olarak bulunuyordu. Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah
sürekli bu komutanlığa uğramakta ve hatta Şerif Hüseyin’in bazı girişimleri
çeşitli kanallarca Cemal Paşa’ya bildirilmesine rağmen Cemal paşa bu haberlere
gerekli önemi vermemekteydi. O, Şerif Hüseyin’in Halifeye karşı kafirle
işbirliğine gireceğine inanmıyordu. Onun yalancı ve güvenilmez olduğunu
bilmesine rağmen İslam dünyasını ve mukaddes toprakları hristiyanlara peşkeş
çekeceğine ihtimal vermiyordu. Kanal cephesinde Şerif Hüseyin’in adamlarıyla
katılıp destek olacağını söylemesine inanmış, ona silah ve cephane verdiği gibi
60.000 lira kadar da bir para vermişti.
O dönemlerde
Teşkilatı Mahsusa Reisi olan Eşref Sencar Kuşçubaşı hatıralarında; teşkilatın
Şerif Hüseyin’in çalışmalarından haberdar olduğu ve yetkilileri uyardığını
anlamaktayız. Fakat maalesef o dönemdeki İttihatçı kadrolar bu uyarıları
dikkate almamışlardır. Eşref Bey hatıralarında şunları söylemektedir: “Enver
Paşa’ya Arabistan’ın içini sarmakta olan fesadı ve nihayet bir seneye kadar
Mekke Şerefi Hüseyin Paşa ile üç oğlunun isyan edeceğini, bize en çok sadık
görünenlerin de, milli bir mahiyet alarak bu ayaklanmanın dışında
kalamıyacaklarını izah ettim.” Ayrıca ona şunları da ekledim: “Mısır bütün Arap
yarımadasını bir anda aleyhimize ayağa kaldıracak İngiliz tahriklerinin merkezi
olmuştu. Su gibi İngiliz altını akıyordu. İngiliz gizli servislerinin
elemanları çölün en ücra köşelerine kadar sızmışlardı. Enver Paşa izahatlarımı
sabırla dinledi. Ben bu izahları Enver, Talat ve Cemal paşalara da yaptım.
Fakat maalesef onlar güzel haberlere itimat etmeye meyilliydiler. Fakat Cemal
Paşa Şerif Hüseyin’den yemin aldıklarını ve Medine civarında aldırılan askeri
tedbirleri de yeter maddi garanti addetmişlerdi. Hata burada idi. Bu hata
Arabistan’ın en kötü bir şekilde elden çıkmasına neden oldu. Bize bu kötü
muameleleri reva gören Şerif Hüseyin ve ailesine İlahi Adalet tecelli etti.
Bütün aile fertleri, ya hüsran içinde öldüler, ya parçalandılar. Ya da beklenmedik
feci kazaların kurbanı oldular. Ya bizzat kendi tebaları tarafından
katledildiler. Onlara katılanlar da aynı akibete uğradı. [1]
Mekke Ayaklanması:
Şerif Hüseyin
ve oğlu Abdullah, Cemal Paşa ile Medine Komutanı Fahreddin Paşa’yı ayaklanma
gününe kadar kandırmayı ve uyutmayı başarmışlardı. İnsanın bu kadar dolaplar
dönerken nasıl uyuduğu ve araştırma yapmadıkları, casusluk ağı
oluşturmadıklarını düşünmekten kendini alamıyor... 10 Haziran 1916 yılında Arap
ayaklanması Mekke’de başladı. Araplar gün doğmadan kışlayı bastılar. 11
Haziran’da başkarakol, 12 Haziran’da Hamidiye Arapların eline geçti. 16
Haziran’daki Cidde’deki Türk garnizonu utsak edildi. 17 Eylül’de Taif düştu.
Böylece Medine dışındaki tüm hicaz asilerin eline geçti. Şerif Hüseyin ve
adamları güya kanal cephesine katılmak amacıyla birkaç bin adamı Medine’ye
gönderdiler. Fakat aslında bu adamların amacı Medine’yi ele geçirmekti. [2]İngiliz
ajanı Lawrence’in yönetiminde Maan-Medine demiryoluna saldırılmış, Fakat Medine
komutanı Fahreddin Paşa’nın direncini kıramamıştır. Daha sonra Mandros Ateşkes
Antlaşmasıyla Medine İngilizlere (pardon Araplara) verilmiştir. [3]
Şerif Hüseyin;
Halife’ye karşı kafirlerle işbirliği içine girmesi ve halifeye savaş açmasını
kendi halkına ve dünya Müslümanlara açıklama ihtiyacını hissetti. Bunun üzerine
şu gerekçeleri ileri sürdü:
- İttihat ve Tarakki Partisi’nin kurduğu istibdat
yönetimine karşı çıktıklarını
- İttihatçılar, islama aykırı davaranmış ve Kur’an
ile Sünnetten ayrılmışlardır.
- Bize düşen Allah’ın kanunlara aykırı hareket eden
bu kişilere karşı mücadele etmektir.
Arapların Yardım ve
Destekleri:
l. Dünya savaşı sırasında 7. Kolordu
birliklerin bir kısmı Yemen’i üs olarak belirlemişlerdi. Yemen halkı, savaş
boyunca Osmanlılarla birlikte İngilizlere karşı savaşmışlardı. Yani o meşhur
Araplar’ın bizi İngilizlere satması hikayesi bütün Araplar için geçerli
değildi. Aşağıda da belirteceğimiz bazı Araplarca geçerliydi. Şerif Hüseyin’in
1916 yılında Hicaz’da çıkardığı ayaklanma’ya diğer Arap emirleri
katılmamışlardır. Türk tarihçileri ve Türkiye’deki resmi öğreti bu isyanı ve
Hicaz’lıların İngilizleri desteklemesini bütün Arap milletine genelleştirerek,
Arapların ihaneti olarak sunmaktadırlar. Fakat bu topyekün bir Arap ihanetinden
ziyade Şerif Hüseyin ve çevresinin ihanetiydi. Nitekim Şerif Hüseyin’de bunun
farkında olduğundan kendisini Hicaz Emiri ve Şerifi diye nitelendirmiştir. Daha
sonra Mekkede toplanan ileri gelenler (29 Ekim) Şerif Hüseyin’i Araplar’ın
kralı olarak duyurdular. Oğlu Abdullah; Arap hükümetinin dışişleri bakanı
olarak İtilaf devletine olayı bildirdi. Fakat, Arapların kralı ünvanı diğer
emirler tarafından kabul edilmedi. Şerif Hüseyin kendisini Hicaz Kralı olarak
nitelendirmek zorunda kaldı. [4] Eşref
Bey; Hicaz bölgesindeki Osmanlı Devletinin uyguladığı yanlış politikaları
sayarken, Osmanlıların bölgedeki Şerif Hüseyin muhalifi diğer Arap
kabileleriyle anlaşmamasını göstermektedir. O, bölgede Şerif Hüseyin’e bağlı
olmayan ve onu benimsemeyen bir çok Arap kabilelerin bulunduğunu ve onlarla
eğer ciddi bir ilişki kurulmuş olsaydı bölgeyi çok iyi bilen 3-5 bin kişilik
bir Bedevi gücü oluşturulabileceğini ve bu güç sayesinde Şerif Hüseyin ve
adamlarının etkisiz hale getirileceğini belirtmektedir. Özellikle Huteym ve
Şeraret gibi Bedevi kabileleri bu kategoriye dahil edilebilinir. Ayrıca, modern
Suudi Arabistan’ın kurucu olan İbn-i Suut’da Şerif Hüseyin’in baş düşmanıydı.
Hatta Şerif Hüseyin’e isyan sırasında saldırılarda bulunarak onun Kıbrıs’a
kaçmasına yol açmıştı. Fakat o dönemin yöneticileri İbn-i Suud ve ailesiyle
gerekli diyaloğa girmeyince, İngilizler Şerif Hüseyin’i satıp Suud ailesiyle
anlaşacaklardır. Yani bizim yapmamız gerekeni onlar yapmışlardır.[5]Bu
arada İbni Reşid (Şamar), Yemen’de Seyyid Yahya ve Libya’da Senusiler de bütün
güçleriyle Osmanlı’yı desteklemektedirler.
Şerif
Hüseyin’in isyanı sırasında Osmanlı’yı destekleyen diğer Arap kabileleri de
şunlardır: Yemen’de bulunan Sade ve Vadi-i Necran Arapları ve onların lideri
olan İmam Yahya, Osmanlılar’a sadakatini kaybetmediğinden dolayı Şerif Hüseyin
tarafından zincire vurulan el-Bişriler kabilesi liderleridir. İç kesimlerdeki
Arap kabilelerinin bir çoğu da Osmanlılara bağlı olmasına rağmen, deniz kıyısı
ve iç kesimlerin gıda ihtiyacı Şerif Hüseyin’in topraklarından geldiğinden,
Osmanlı devletinden de gerekli ilgiyi görmediklerinden şartların getirdiği
zorunluluktan dolayı Şerif Hüseyin’i desteklediler. Bu Arap liderler,
olaylardan önce Osmanlı yönetimini uyarmış, eğer gerekli önlem alınmasa Şerif
Hüseyin’i desteklemek zorunda kalacaklarını belirtmişlerdir. Örneğin Teşkilatı
Mahsusa bölgedeki Arap liderleriyle görüşmek için M. Akif Ersoy, Şeyh Salih
Şerif ve Eşref Bey Necid’i ziyaret etmiş ve Urbanın liderleriyle görüşmüşler,
buradaki Arap liderler bu konuda, Osmanlı heyetini uyarmışlardır. [6]
İngiliz
kaynaklarında Araplar’ın Osmanlılara olan destekleri hakkında da şu bilgileri
vermektedir: “Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kahire’da çok yoğun bir faaliyet yaptığı
özellikle Kahire Hukuk Fakültesinde büyük bir taraftar elde ettiğini
belirtmekte, Abbasiye hastahanesini ziyaret eden Mısır Sultanına Mehmet Halil
adında bir genç tabanca ile saldırmış ve iki el ateş etmiştir. (Mısır
Sultanının İngiliz yanlısı tutumundan dolayı) Bu genç daha sonra divan harp tarafından
idam edilmiştir. Kahire Hukuk Fakültesi öğrencileri de Kralın okulu ziyareti
sırasında okulu boykot etmiş ve gösteriler yapmışlardır. Bütün bunların aynı
zamanda gerçekleşmesi, Türkiye’nin İslam birliği siyaseti ile askeri
operasyonları aynı anda yürütmede başarılı olmuşlardır. [7]
Sonuç Olarak
Ülkemizde
yüz yıldır Arapların bizi sattığı veya arkadan vurduğu propagandası yapılmakta,
genç dimağla bir anlamda Arap karşıtı olarak konumlandırılmaktadır. Buradaki
resmi politika, ülkenin batı yörüngesine girmeyi meşrulaştırma ve halkını
Araplardan, dolayısıyla islamdan uzaklaştırmak için bahane oluşturmaktadır.
Yukarıda
da görüldüğü gibi, Osmanlı’ya karşı yapılan ihanet dar bir çerçevede kalmış,
diğer Arap toplumları Osmanlıyı desteklemişlerdir. İnanmayanlar, Çanakkaleye
gidip şehit mezarlarına bakabilirler.
Tüm
Arapların ihanet ettiği şeklindeki resmi politikayı sürdürmek, Osmanlı’yı canı
pahasına savunan insanlara bir hakarettir. Emperyalistler, nasıl ki ülkemizde
Arapların bize ihanet ettiği şeklinde bir propaganda sürdürürken, Arap
ülkelerinin ders kitapları da Osmanlı’nın kendilerini sömürdüğü ve geri
kalmalarının tek nedeninin Osmanlı (dolayısıyla Türkler) olduğu empoze
edilmektedir. Yani Emperyalistler bir taşla bir çok kuş vurmaktadırlar. Böylece
Türkler ile Arapların bir araya gelmemelerini sağlamaktadırlar. Çünkü onlar da
biliyor ki Türkler ile Araplar bir araya gelirse kendi sömürü düzenleri yok
olur.
Bir
Kitap
|
Maverdi ve Ahkamı
Sultaniye
Tam adı Ebu Hasan Ali b. Muhammde el-Maverdi’dir.
Maverdi lakabının verilmesinin nedeni olarak ailesinin gülsuyu satmasıdır. (ma, su; verd, gül) 972 yılında Mısır’da
doğdu. Daha sonra Bağdat’a gitti. 1059 yılında Bağdat’ta vefat etti.
Diplomatik
seyahatleriyle meşhur olmuştur. Özellikle Halife ile Buveyhiler arasında ve
onlar ile Selçuklar arasındaki sorunları çözmek amacıyla mekik diplomasisi
yapmıştır. Bir çok sorunu silahlı çatışmaya varmadan görüşmelerle çözmesini
bilmiştir.
Maverdi’nin
dönemindeki Abbasi halifesi Kadirbillah ve kaimbiemrillahtır. Büyük bir
olasılıkla meşhur eseri Ahkamı Sultaniye’sini halife Kaimbiemrillah’a
yazmıştır. Dönemin Büveyhi emiri ise Celaluddevle’dir. Lakabı Melikulmulk’tir.
Aslında bu lakap Allah’tan başkasına verilmez.
1853
yılında Alman Oryantalist Enger Constitutiones Politicael adı altında Avrupada
ilk defa Ahkamı Sultaniye’yi yayınladı. Bundan sonra tüm oryantalistler, İslam
siyaseti kanusunda fikir sahibi olabilmek için bu kitaba eğilmeye başladılar.
Bu kitap etrafında bir çok dersler yapıldı. Özellikle devlet idaresi hakkındaki
bölümler dikkat çekti.
Bütün
araştırmacıların ittifakla kabul etkileri şey ise İslam siyaseti konusunda
yazılmış ilk eser olmasıdır. H. Gibb, Ahkamı Sultaniye için onun başlıbaşına
bir İslam siyaset görüşü olmadığını bilakis kendi zamanının siyasetini
savunduğunu belirtmektedir. Gibb devamla, Maverdi’nin hilafetin devamı için
pratik programlar ortaya koyduğunu söyler. O dönemde halifelik Buveyhilerin
denetimindedir.
Maverdinin
burada ise, içinde bulunduğu yeni duruma karşı bir çözüm yolu üretmekti.
Böylece hilafetin devamını sağlamaktı. Alimler arasında Maverdi’nin fikri
konusunda ihtilaflar bulunmaktadır. Onlardan bir çoğu onun eserini salt islamın
genel siyasi görşü olarak okunmamalı, bir eşari görüşü olarak görmelidir. Çünkü
Maverdi bir eşariydi ve onun eseri bu görüş çerçevesinde yazılmıştı. Gibb’de
aynı görüşte olup “kitabı eşari görüşü çerçevesinde okunması gerektiğini
söylemektedir.”
Bazıları
da bu görüşe karşı çıkarak, Maverdinin Mutezile veya Eşari değil bir Sünni
alimi olduğun belirtmektedir. Onun herhangi bir mezhep veya fırkayla
ilişkilendirilemeyeceğin söylerler. Oryantalist Henry Lavest ise Maverdiyi
Kanun ve Şeriat konusunda uzman bir fıkıhçı olduğunu herhangi bir mezheple irtibatlaşamayacağı
görüşündedir. Kitabı Ahkamı Sultaniye ise İslam kanunları hakkında olup, genel
olarak ele aldığını asıl ağırlığını devlet ve müesseseler konusunda yaptığını
belirtir.
Maverdinin
bu temel eseri aslında bir anlamda İslam devlet yönetimi alanında yazılmış ilk
eser olma özelliğine sahiptir. Diğer bir anlamda da o güne kadar olan ve
uygulanagelen yönetim sistemlerini meşrulaştırarak, yasal bir zemine oturtma
çabası olarak görülebilir.
Kitap,
bu haliyle ideal İslam devlet yönetim biçiminin veya Sünnilerin ideal devlet
modelinin bu model olduğunu (saltanat, monarşik)izlenimini vermekte, böyle bir
yanlış anlaşılmanın doğmasına neden olmaktadır.
İbrahim
Halil ER
TARİHTEN NÜKTELER
RUS NE
DEMEKTİR?
Deli Petro,
Avrupa seyahatlarından birinde bulunduğu sırada
şöyle bir soru ile kaşılamış ve hemen şöyle
bir cevap vermiş;
-En
sadık köle demektir.
Karşısındaki
hayretler içinde kalmış ve sormuş:
-Nasıl olur?
Kimin kölesi olur?
Çar bu
haklı kannati şöyle açıklamış:
-Başında
kim bulunursa bulunsun, Rus onun en sadık
kölesidir?
Deli Petro’nun
bu sözünde haklı olduğunu
çarlık devrinden bu güne
değin geçen zaman göstermiş olsa
gerektir...
İBRETLİK OLAYLAR
DUNYAYI KURTARMA
Amerikanın sorumluluğu büyüktü. Örneğin dünyayı kurtarma görevi onundu. Bazen uzaylılara karşı, bazen vahşi bir terör grubuna karşı dünyayı kurtarmak zorundaydı. Her ne kadar bütün kurtarcıların yaptığı gibi, kurtardığı kişinin ırzına geçse de bir batılı büyüğün dediği gibi "tecavuz kaçınılmassa zevk almaya bak" prensibini karşı tarafa benimsettiğinden genellikle iğfal edilen kişi, bu olayı kendisine karşı duyulan bir sevgi olarak telakki etmekteydi.
Gene Coni'ye dünyayı kurtarma görevi verilmişti. Bu seferki hedefi, dünya için büyük bir tehlike olan Saddam'dı. Coni hiçbir masraftan kaçınmadı. Büyük paralarla kaliteli ve süslü bombalar yaptı. Kim demiş Amerika insana değer vermiyor diye... Adamlar, insan öldürmek için hiç bir masraftan kaçınmayarak bombalar imal ediyorlardı.
Tabiki onların en büyük gerekçeleri insanlık, demokrasiydi. Demokrasi götürüyoruz dendiğinde akan sular dururdu. İnsanlar, Amerika’nın getirdiği demokrasi sayesinde ölmüş olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Amerika en azından insanlara seçme özgürlüğü veriyordu. Silahla mı ölecekler, yoksa köle mi olacaklar seçeneğini insanlara bırakarak demokrasiye ne kadar bağlı olduğunu göstermiş oluyordu.
Fakat o da ne? Amerika canını dişine takarak o kadar uzak yoldan demokrasi getirmek için uğraşsın, basit Arap yığınları direnmeye başlamışlardı. Zaten bu Araplara hiç iyilik olmuyordu. Hem onlar, Türkleri de arkadan vurmamışlar mıydı? Yani Türkleri arkadan vurmalarına rağmen şu Türklere ne oluyordu da Araplara karşı kendilerine yardım etmiyorlardı. Nerede yanlışlık yapılmıştı.
ibrahim halil er
milli gazete
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder