26 Mayıs 2013 Pazar

ÇANAKKALE RUHU

             Çanakkale'den geçmek isteyen düşmana, tüm İslam aleminin yek vücut karşı durması, bu savaşın sıradan bir savaş olmadığını da göstermektedir. Çanakkale savaşında bir Trablusgarplı bir Kırımlı veya bir Musullu gelip burada gözünü kırpmadan canını veriyorsa bu savaşın üzerinde durulması gerekmektedir.
            Çanakkale düşmemeliydi. Bu nedenle tüm Müslümanlar burada canlarını vermek için koştular. Çanakkale düşerse İstanbul düşerdi, Bağdat düşerdi, Kudüs düşerdi, Mekke, Medine düşerdi. Çanakkale sadece İstanbul veya Anadolu'ya bekçilik yapmıyordu. O, tüm ümmetin bekçiliğini yapıyordu. Çanakkale’ye gelen insanlar bu ruhun bilincindeydi. Onlar buraya sadece savaşmak için değil ölmek için de geliyorlardı. Bu sahilleri ilelebet korumak için geliyorlardı. “Size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” diyen komutanların komutasında şehitlik için koşuyorlardı. Kimisi ellerinde Mushafla yürüyor, kimisi dudaklarında Allah'ı tespih ediyordu. Biliyorlardı ki kendileri belki ölecek, ama çiğnetmeyecekler namuslarını.
            Çanakkale savaşında sadece askerler değil, bu ülkenin tüm okumuşları, öğrencileri ve kadınları da savaştılar. Onları böylesine seve seve savaşa sürükleyen cihat şuuruydu. İtilaf devletleri komutanı Çanakkale'yi aşamayınca “Bir SIR var orada” diyor, diğer komutan Hamilton ise sırrı bulmuştu. “Türkleri Cenabı Allah'tan ayırmak için bilmem ki ne yapmalıydı.”

Merhum Turgut Özal, milli değerlerine sıkı sıkıya bağlı olan Japonların Batıya meydan okuyan ilerleyişi karşısında, 1980’li yıllarda Japon eğitim sisitemine ilgi duyar. Bu sebeple inceleme ve araştırma yapmak üzere Japon Pedagog heyetini ülkemize davet eder. Alanında uzman olan bu Japon heyeti, ülkemizin çok değişik yerlerinde inceleme ve araştırmalar yapar. Bu araştırmaların sonucunu zamanın Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler’le birlikte Başbakan Turgut Özal’ın huzuruna çıkar. Eğitim alanında uzman olan Japon heyetinin kararı kısa ve kesindir. Der ki: “Sizin gençlerinizde milli şuur yok” Bu cevap üzerine şu soru sorulur “Peki siz Japonlar, gençlerinize milli şuur verme adına ne yaparsınız?” Bunu üzerine Japonlar ilginç, ilginç olduğu kadar da bizim açımızdan acı acı düşündürücü olan şu cevabı verirler: “Bizim sizden aldığımız “AMİN ALAYI” (Osmanlılarda çocuğun yaşı 4 yıl, 4 ay, 4 gün olunca Amin Alayı denen bir törenle eğitime başlatılırdı.)

“Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak… Birini siperdekiler, hiçbirisi kurtulmamacasına kamilen düşüyor. İkinciler onların yerine geçiyor. Fakat ne kadar gıptaya şayan bir soğukkanlılık ve güvenlikle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir korku ve endişe bile göstermiyor, sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kuran-ı Kerim, Cennet’e girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler şehadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerlerindeki ruh kudretini gösterne hayrete değer ve tebrike yaraşır bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Savaşlarını kazanan bu yüksek ruhtur.”

Çanakkale Ruhu Nasıldı

Bataryada tek top ayakta kalabilmiş, fakat onun da vinci kırılmış olduğundan mermileri namluya sürülemiyordu. Yüzbaşı Hilmi Bey, etrafındaki birliklerden yardım alabilmek düşüncesiyle bataryadan uzaklaştığı sırada Niğdeli Ali ile Koca Seyit ümitsiz ve perişan ne yapacaklarını düşünüyorlardı. “Yüce Allah’tan başka hiç bir güç ve kuvvet yoktur” duası Seyit’in ağzından nur tanesi gibi dökülmeye başladı. Seyit bu duayı defalarca okudu.

Bu yakarış şüphesiz hiç kimseninkine benzemiyordu. Aşk ile kendinden geçmesi ve 215 okkalık top mermisini kucaklayıp omzuna alması bir oldu. Demir basamakları tam üç kez inip çıktı. Yanında bulunan Niğdeli Ali, Seyit’in göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtısını duyuyor, hayret ve dehşet içinde kalıyordu. Topun namlusuna sürülen üçüncü mermi savaşın kaderini değiştiren olayı yaratmış ve İngilizlere ait “Ocean” isimli zırhlı, bu merminin isabetiyle korkunç yara almıştı.

Aynı gün geç saatlerde Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa, ödül olarak Seyit’e onbaşılık rütbesi verdi. Merminin bir defa da kendi huzurunda kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Seyit Onbaşı, Cevat Paşa’ya şu cevabı verdi: “Ben bu mermileri kaldırırken gönlüm Allah’ın feyziyle doldu. Ancak bu kuvvetin sırrı o anda bana Allah’ın ihsan ettiği bir vergi idi. Bu ağırlığı kaldıracak kadar bir makama varmışsam bu dua ve rıza ile olmuştur. Ama şimdi kaldırmam mümkün değildir kumandanım.”

“İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın donanmaları gelip orayı bombardıman ettiğinde ve karaya asker çıkardıklarında, İslam askerleri oraya hücum edip, ta denizin içerisinde dahi düşmanı süngüleyip tüketiyordu. Yalnız donanma uzaktan ateş edip, denizin içinde elinde silah tutuğu halde şarapnel ile şehit olan kimseler olurdu. Onların elinden silahı almaya çalışırdım. Katiyen o silahı elinden almaya imkan yoktu. Öylece defnediyordum. Huzur’u Rabb’ül Âlemine öyle çıkmak istiyor, bırakmıyordu silahı. Kaç kimseleri böyle defnettim. Ellerinden silahı almak mümkün olmadı. Vatanın kıymetini bilen adam böyle tutar. İmanın kıymetini bilen adam da böyle tutmalı.

Çanakkale Geçildi

Dedelerimiz, sadece bir toprak parçası için mücadele etmediler. Onlar, inancımız, medeniyetimiz ve kültürümüz için de mücadele ettiler. O gün Çanakkale'yi düşman geçemedi. Ama bugün batılılar tüm bu saydığımız değerleri tahrip ederek aslında Çanakkale’yi geçtiler. Çanakkale'yi geçtiler ama biz farkında değiliz. Öyle bir geçtiler ki biz her yıl Çanakkale geçilmez, geçilmedi diye nutuk atarken televizyonlarımızda, sokaklarımızda Çanakkale’nin geçildiğini göremiyoruz. Kültürümüz ve bizi biz yapan değerlerimiz yok edilirken aslında Çanakkale’nin düştüğünü görmüyoruz. Türkü, Kürdü, Arabı ve Çerkezi ile birlik halindeyken şimdi aramızda kavmiyetçiliğin girmiş olması, Çanakkale ruhunun gittiğini göstermez mi?

Bağdat çiğnenirken haçlı çizmeleri altında, Filistinli kadınlara saldırırken Anzakların torunu, biz her yıl burada Çanakkale geçilmedi diye boşuna bayram ediyoruz. Çanakkale geçildi. Hem yüreklerimizde ve hem de topraklarımızda...

Bizi biz yapan değerlerimizle savaşırken nasıl Çanakkale ruhunu anlayabilir, tekrar yakalayabiliriz. Orada bizi zafere ulaştıran kuru kalabalıklar değildi. Hele teknolojik üstünlük hiç değildi. Çünkü düşmanın teknolojik üstünlüğü bizden yüksekti. Çanakkale'de bizi başarıya ulaştıran sırrımız bizim cihat düşüncemizdi. İmanımızdı. Şimdi bunların yerini batılı değerler aldı. Bizi öyle bir köleliğe sürüklediler ki artık işgal edilmeye, iğfal edilme ve köleleştirilmeye hazır hale geldik...

Çanakkale geçildi dostlar... Şimdi herkes kendi kalesine çekilmeli, kendi Çanakkale’sini kurmalı, buradaki düşmanı söküp atmalı, ayağa kalkmalı ve tekrar direnmeli...

İbrahim halil er
milli gazete 

 

ARAPLAR İHANET ET(ME)Dİ

Arabistan ve Hicaz:

 l. Dünya savaşı başladığı sırada Arap Yarımadası Osmanlıların egemenliğinde bulunuyordu. Basra Körfezi kıyısında bulunan Aden, Hadramut, Maskat, Umman,  Bahreyn ve Kuveyt Şeyhlikleri İngiliz himayesinde girmişti. Yemen, Asir, Sama, Necit, Hicaz ise Osmanlı vilayetleriydi. Bu iller arasındaki en önemlisi de dini nedenlerden dolayı Hicaz’dı. O dönemlerde hicaz’ın nufusu l milyona yakın olup, bunun dörtte üçü Bedevilerden oluşmaktaydı. Yüzölçümü 300.000 km.’dir.

            Arabistan’daki Osmanlı kuvvetleri 4 tümenden oluşmaktaydı. 22. Tümen Hicaz’da, 21. Tümen Asir’de bulunuyordu. 7. Kolordu’yu meydana getiren diğer iki tümen de diğer bölgelere yerleştirilmişlerdi.

 İngilizlerle Birlikte Osmanlılara Karşı Savaş

Osmanlı devleti, ll. Abdülhamit’le birlikte bölgede İslamcılık politikası uygulamıştı. Fakat Hicaz bölgesi halkının İngilizlerle ittifak kurması bu politikanın o dönemlerde uygulanamayacağını ve Araplar’ın da Milliyetçiliğe kapıldığını göstermektedir. Osmanlılar, Hicaz’ı aldığından beri, buraya ayrıcalıklı bir muamele uygulamışlardı. Onlara Kavmi Necip diyerek askeri hizmetlerden ve vergilerden muaf tuttukları gibi hac dönemlerinde Surre alayları da düzenleyerek bölge halkına maddi yardımlarda bulunmuşlardı. Bundan dolayı Osmanlılar, savaş sırasında en çok Hicaz bölgesinin kendilerini destekleyeceğini umarken, bölge halkı İngilizlerle anlaşmışlardı. Osmanlılar, desteğini ummadığı Yemen bölgesinin de desteğini almıştı.

            Hicaz bölgesi’nin ihanete hazırlanması daha savaştan önceki sürece dayanır.  Savaştan önce İngilizler Mısır’daki yetkilileri kanalıyla Mekke Şerifi Hüseyin ve oğlu Abdullah’la ilişki kurmuştu. 23 Eylül 1914 yılında Londra, Osmanlı ile İngiltere arasında bir savaş çıkması durumunda Hicaz’ın tepkisinin nasıl olacağını öğrenmek istemiş, Abdullah babası adına verdiği karşılıkta Hicaz’ın İngiltere’ye eğilimli olduğunu belirtmişti. Savaşın başlaması üzerine İngiltere 31 Ekim 1914’de Şerif Hüseyin’e aşağıdaki önerilerde bulunmuştu.

“İngiltere, Türkler tarafından savaşa sürüklenmiştir. Arap milleti eğer bu savaşta İngiltere’ye yardım ederse, İngiltere de Arabistan’a hiçbir iç müdahalede bulunmayacağını garanti edecek ve bir dış saldırıya karşı Araplara her çeşit yardımlarda bulunacaktır. Mekke veya Medine’de saf Arap ırkından bir Arap’ın halifeliği üzerine almasıyla bugün sürüp gitmekte olan fenalıklar da Tanrı’nın inayeti ile sona erebilir.”

Teklifte de görüldüğü gibi Araplara ihanetleri karşılığında şu tekliflerde bulunulmuştur:

  1. Arabistan’ın bağımsızlığı
  2. Halifeliğin tekrar Araplar’a geçmesi
  3. Halifenin Mekke veya Medine’de oturması.
  4. Halife’nin saf Arap ırkından, yani hicazlıların eline geçmesi

 

İngiltere ile Araplar arasındaki bu anlaşmada iki proplem vardı. Bunlar;

  1. İngiltere’nin Araplar’ın onayı olmadan Osmanlı ve Almanlarla bir barış antlaşması yapmamasıydı.
  2. Bağımsız Arap devletinin sınırlarının saptanması

 

Şerif Hüseyin’in İngiltere’den istediği Arap devletinin sınırı; Kuzeydi Muş ve Adana’dan başlayarak 37. enleme kadar (Birecik, Urfa, Mardin, Midyat, Amadiye bu derecenin altında kalmaktadır. ) Doğuda İran sınırına kadar. İran sınırından Basra Körfezi’ne kadar. Güneyde Hint denizinden  (Aden hariç) Kızıldeniz’e kadar. Kızıldenizden kuzeyde Mersin’e kadar olan toprakları istemişti. Şerif Hüseyin; Irak toprakları için de şunları söylemiştir. “Irak’taki Arap toprakları Arap krallığının bir parçasıdır. Peygamber ve Ali zamanından bu yana Araplara ait bulunmuşlardır. Anlaşmaya elverişli zemini hazırlamak için, bu gün için İngilizlere bırakmayı kabul ediyoruz. Ancak, İngiltere de kurulacak Arap krallığına tazminat vermelidir.”

İngiltere; Hüseyin’in önerilerinden sınır ile ilgili olanı üzerine İskenderun ile Adana ve ŞamDın batısında uzanan Hama, Humus ve Haleb’in tam Arap sayılamayacağını, ayrıca hudut üzerinde Fransa’nında söz sahibi olduğunu öne sürdü. Şerif Hüseyin, Adana ile İskenderun’dan vazgeçmekle beraber, adı geçen diğer şehirlerin Arap olduğunda direndi. Bundan dolayı İngiltere ile Şerif Hüseyin arasında ortada hukuksal ve siyasal bir anlaşma imzalanmış olmamakla beraber 1915 yılı sonlarında Türklere karşı bir anlaşmaya da varılmıştır. Bu anlaşma; İngiltere’nin Mısır valisi Mac Mahon ile Şerif Hüseyin arasında yapıldığından buna Mac Mahon antlaşması da denir.

 

Osmanlı Yöneticilerin Basiretsizliği:

Bu dönemde Osmanlı yönetiminde dizginler İttihat ve Terakki yönetimin eline geçmişti. Şerif Hüseyin’in bu manevralarından habersizlerdi veya gerekli önemi vermiyorlardı. İttihat ve Terakki Partisinin önemli yöneticilerinden Cemal Paşa Şam’da 4. Ordu komutanı olarak bulunuyordu. Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah sürekli bu komutanlığa uğramakta ve hatta Şerif Hüseyin’in bazı girişimleri çeşitli kanallarca Cemal Paşa’ya bildirilmesine rağmen Cemal paşa bu haberlere gerekli önemi vermemekteydi. O, Şerif Hüseyin’in Halifeye karşı kafirle işbirliğine gireceğine inanmıyordu. Onun yalancı ve güvenilmez olduğunu bilmesine rağmen İslam dünyasını ve mukaddes toprakları hristiyanlara peşkeş çekeceğine ihtimal vermiyordu. Kanal cephesinde Şerif Hüseyin’in adamlarıyla katılıp destek olacağını söylemesine inanmış, ona silah ve cephane verdiği gibi 60.000 lira kadar da bir para vermişti.

O dönemlerde Teşkilatı Mahsusa Reisi olan Eşref Sencar Kuşçubaşı hatıralarında; teşkilatın Şerif Hüseyin’in çalışmalarından haberdar olduğu ve yetkilileri uyardığını anlamaktayız. Fakat maalesef o dönemdeki İttihatçı kadrolar bu uyarıları dikkate almamışlardır. Eşref Bey hatıralarında şunları söylemektedir: “Enver Paşa’ya Arabistan’ın içini sarmakta olan fesadı ve nihayet bir seneye kadar Mekke Şerefi Hüseyin Paşa ile üç oğlunun isyan edeceğini, bize en çok sadık görünenlerin de, milli bir mahiyet alarak bu ayaklanmanın dışında kalamıyacaklarını izah ettim.” Ayrıca ona şunları da ekledim: “Mısır bütün Arap yarımadasını bir anda aleyhimize ayağa kaldıracak İngiliz tahriklerinin merkezi olmuştu. Su gibi İngiliz altını akıyordu. İngiliz gizli servislerinin elemanları çölün en ücra köşelerine kadar sızmışlardı. Enver Paşa izahatlarımı sabırla dinledi. Ben bu izahları Enver, Talat ve Cemal paşalara da yaptım. Fakat maalesef onlar güzel haberlere itimat etmeye meyilliydiler. Fakat Cemal Paşa Şerif Hüseyin’den yemin aldıklarını ve Medine civarında aldırılan askeri tedbirleri de yeter maddi garanti addetmişlerdi. Hata burada idi. Bu hata Arabistan’ın en kötü bir şekilde elden çıkmasına neden oldu. Bize bu kötü muameleleri reva gören Şerif Hüseyin ve ailesine İlahi Adalet tecelli etti. Bütün aile fertleri, ya hüsran içinde öldüler, ya parçalandılar. Ya da beklenmedik feci kazaların kurbanı oldular. Ya bizzat kendi tebaları tarafından katledildiler. Onlara katılanlar da aynı akibete uğradı. [1]

 

Mekke Ayaklanması:

Şerif Hüseyin ve oğlu Abdullah, Cemal Paşa ile Medine Komutanı Fahreddin Paşa’yı ayaklanma gününe kadar kandırmayı ve uyutmayı başarmışlardı. İnsanın bu kadar dolaplar dönerken nasıl uyuduğu ve araştırma yapmadıkları, casusluk ağı oluşturmadıklarını düşünmekten kendini alamıyor... 10 Haziran 1916 yılında Arap ayaklanması Mekke’de başladı. Araplar gün doğmadan kışlayı bastılar. 11 Haziran’da başkarakol, 12 Haziran’da Hamidiye Arapların eline geçti. 16 Haziran’daki Cidde’deki Türk garnizonu utsak edildi. 17 Eylül’de Taif düştu. Böylece Medine dışındaki tüm hicaz asilerin eline geçti. Şerif Hüseyin ve adamları güya kanal cephesine katılmak amacıyla birkaç bin adamı Medine’ye gönderdiler. Fakat aslında bu adamların amacı Medine’yi ele geçirmekti. [2]İngiliz ajanı Lawrence’in yönetiminde Maan-Medine demiryoluna saldırılmış, Fakat Medine komutanı Fahreddin Paşa’nın direncini kıramamıştır. Daha sonra Mandros Ateşkes Antlaşmasıyla Medine İngilizlere (pardon Araplara) verilmiştir. [3]

 

Şerif Hüseyin; Halife’ye karşı kafirlerle işbirliği içine girmesi ve halifeye savaş açmasını kendi halkına ve dünya Müslümanlara açıklama ihtiyacını hissetti. Bunun üzerine şu gerekçeleri ileri sürdü:

  1. İttihat ve Tarakki Partisi’nin kurduğu istibdat yönetimine karşı çıktıklarını
  2. İttihatçılar, islama aykırı davaranmış ve Kur’an ile Sünnetten ayrılmışlardır.
  3. Bize düşen Allah’ın kanunlara aykırı hareket eden bu kişilere karşı mücadele etmektir.

 

Arapların Yardım ve Destekleri:

 l. Dünya savaşı sırasında 7. Kolordu birliklerin bir kısmı Yemen’i üs olarak belirlemişlerdi. Yemen halkı, savaş boyunca Osmanlılarla birlikte İngilizlere karşı savaşmışlardı. Yani o meşhur Araplar’ın bizi İngilizlere satması hikayesi bütün Araplar için geçerli değildi. Aşağıda da belirteceğimiz bazı Araplarca geçerliydi. Şerif Hüseyin’in 1916 yılında Hicaz’da çıkardığı ayaklanma’ya diğer Arap emirleri katılmamışlardır. Türk tarihçileri ve Türkiye’deki resmi öğreti bu isyanı ve Hicaz’lıların İngilizleri desteklemesini bütün Arap milletine genelleştirerek, Arapların ihaneti olarak sunmaktadırlar. Fakat bu topyekün bir Arap ihanetinden ziyade Şerif Hüseyin ve çevresinin ihanetiydi. Nitekim Şerif Hüseyin’de bunun farkında olduğundan kendisini Hicaz Emiri ve Şerifi diye nitelendirmiştir. Daha sonra Mekkede toplanan ileri gelenler (29 Ekim) Şerif Hüseyin’i Araplar’ın kralı olarak duyurdular. Oğlu Abdullah; Arap hükümetinin dışişleri bakanı olarak İtilaf devletine olayı bildirdi. Fakat, Arapların kralı ünvanı diğer emirler tarafından kabul edilmedi. Şerif Hüseyin kendisini Hicaz Kralı olarak nitelendirmek zorunda kaldı. [4] Eşref Bey; Hicaz bölgesindeki Osmanlı Devletinin uyguladığı yanlış politikaları sayarken, Osmanlıların bölgedeki Şerif Hüseyin muhalifi diğer Arap kabileleriyle anlaşmamasını göstermektedir. O, bölgede Şerif Hüseyin’e bağlı olmayan ve onu benimsemeyen bir çok Arap kabilelerin bulunduğunu ve onlarla eğer ciddi bir ilişki kurulmuş olsaydı bölgeyi çok iyi bilen 3-5 bin kişilik bir Bedevi gücü oluşturulabileceğini ve bu güç sayesinde Şerif Hüseyin ve adamlarının etkisiz hale getirileceğini belirtmektedir. Özellikle Huteym ve Şeraret gibi Bedevi kabileleri bu kategoriye dahil edilebilinir. Ayrıca, modern Suudi Arabistan’ın kurucu olan İbn-i Suut’da Şerif Hüseyin’in baş düşmanıydı. Hatta Şerif Hüseyin’e isyan sırasında saldırılarda bulunarak onun Kıbrıs’a kaçmasına yol açmıştı. Fakat o dönemin yöneticileri İbn-i Suud ve ailesiyle gerekli diyaloğa girmeyince, İngilizler Şerif Hüseyin’i satıp Suud ailesiyle anlaşacaklardır. Yani bizim yapmamız gerekeni onlar yapmışlardır.[5]Bu arada İbni Reşid (Şamar), Yemen’de Seyyid Yahya ve Libya’da Senusiler de bütün güçleriyle Osmanlı’yı desteklemektedirler.

            Şerif Hüseyin’in isyanı sırasında Osmanlı’yı destekleyen diğer Arap kabileleri de şunlardır: Yemen’de bulunan Sade ve Vadi-i Necran Arapları ve onların lideri olan İmam Yahya, Osmanlılar’a sadakatini kaybetmediğinden dolayı Şerif Hüseyin tarafından zincire vurulan el-Bişriler kabilesi liderleridir. İç kesimlerdeki Arap kabilelerinin bir çoğu da Osmanlılara bağlı olmasına rağmen, deniz kıyısı ve iç kesimlerin gıda ihtiyacı Şerif Hüseyin’in topraklarından geldiğinden, Osmanlı devletinden de gerekli ilgiyi görmediklerinden şartların getirdiği zorunluluktan dolayı Şerif Hüseyin’i desteklediler. Bu Arap liderler, olaylardan önce Osmanlı yönetimini uyarmış, eğer gerekli önlem alınmasa Şerif Hüseyin’i desteklemek zorunda kalacaklarını belirtmişlerdir. Örneğin Teşkilatı Mahsusa bölgedeki Arap liderleriyle görüşmek için M. Akif Ersoy, Şeyh Salih Şerif ve Eşref Bey Necid’i ziyaret etmiş ve Urbanın liderleriyle görüşmüşler, buradaki Arap liderler bu konuda, Osmanlı heyetini uyarmışlardır. [6]

İngiliz kaynaklarında Araplar’ın Osmanlılara olan destekleri hakkında da şu bilgileri vermektedir: “Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kahire’da çok yoğun bir faaliyet yaptığı özellikle Kahire Hukuk Fakültesinde büyük bir taraftar elde ettiğini belirtmekte, Abbasiye hastahanesini ziyaret eden Mısır Sultanına Mehmet Halil adında bir genç tabanca ile saldırmış ve iki el ateş etmiştir. (Mısır Sultanının İngiliz yanlısı tutumundan dolayı) Bu genç daha sonra divan harp tarafından idam edilmiştir. Kahire Hukuk Fakültesi öğrencileri de Kralın okulu ziyareti sırasında okulu boykot etmiş ve gösteriler yapmışlardır. Bütün bunların aynı zamanda gerçekleşmesi, Türkiye’nin İslam birliği siyaseti ile askeri operasyonları aynı anda yürütmede başarılı olmuşlardır. [7]

            Sonuç Olarak

            Ülkemizde yüz yıldır Arapların bizi sattığı veya arkadan vurduğu propagandası yapılmakta, genç dimağla bir anlamda Arap karşıtı olarak konumlandırılmaktadır. Buradaki resmi politika, ülkenin batı yörüngesine girmeyi meşrulaştırma ve halkını Araplardan, dolayısıyla islamdan uzaklaştırmak için bahane oluşturmaktadır.

            Yukarıda da görüldüğü gibi, Osmanlı’ya karşı yapılan ihanet dar bir çerçevede kalmış, diğer Arap toplumları Osmanlıyı desteklemişlerdir. İnanmayanlar, Çanakkaleye gidip şehit mezarlarına bakabilirler.

            Tüm Arapların ihanet ettiği şeklindeki resmi politikayı sürdürmek, Osmanlı’yı canı pahasına savunan insanlara bir hakarettir. Emperyalistler, nasıl ki ülkemizde Arapların bize ihanet ettiği şeklinde bir propaganda sürdürürken, Arap ülkelerinin ders kitapları da Osmanlı’nın kendilerini sömürdüğü ve geri kalmalarının tek nedeninin Osmanlı (dolayısıyla Türkler) olduğu empoze edilmektedir. Yani Emperyalistler bir taşla bir çok kuş vurmaktadırlar. Böylece Türkler ile Arapların bir araya gelmemelerini sağlamaktadırlar. Çünkü onlar da biliyor ki Türkler ile Araplar bir araya gelirse kendi sömürü düzenleri yok olur.

             

 

Bir Kitap

Maverdi ve Ahkamı Sultaniye

          Tam adı Ebu Hasan Ali b. Muhammde el-Maverdi’dir. Maverdi lakabının verilmesinin nedeni olarak ailesinin gülsuyu satmasıdır.  (ma, su; verd, gül) 972 yılında Mısır’da doğdu. Daha sonra Bağdat’a gitti. 1059 yılında Bağdat’ta vefat etti.

            Diplomatik seyahatleriyle meşhur olmuştur. Özellikle Halife ile Buveyhiler arasında ve onlar ile Selçuklar arasındaki sorunları çözmek amacıyla mekik diplomasisi yapmıştır. Bir çok sorunu silahlı çatışmaya varmadan görüşmelerle çözmesini bilmiştir.

            Maverdi’nin dönemindeki Abbasi halifesi Kadirbillah ve kaimbiemrillahtır. Büyük bir olasılıkla meşhur eseri Ahkamı Sultaniye’sini halife Kaimbiemrillah’a yazmıştır. Dönemin Büveyhi emiri ise Celaluddevle’dir. Lakabı Melikulmulk’tir. Aslında bu lakap Allah’tan başkasına verilmez.

            1853 yılında Alman Oryantalist Enger Constitutiones Politicael adı altında Avrupada ilk defa Ahkamı Sultaniye’yi yayınladı. Bundan sonra tüm oryantalistler, İslam siyaseti kanusunda fikir sahibi olabilmek için bu kitaba eğilmeye başladılar. Bu kitap etrafında bir çok dersler yapıldı. Özellikle devlet idaresi hakkındaki bölümler dikkat çekti.

            Bütün araştırmacıların ittifakla kabul etkileri şey ise İslam siyaseti konusunda yazılmış ilk eser olmasıdır. H. Gibb, Ahkamı Sultaniye için onun başlıbaşına bir İslam siyaset görüşü olmadığını bilakis kendi zamanının siyasetini savunduğunu belirtmektedir. Gibb devamla, Maverdi’nin hilafetin devamı için pratik programlar ortaya koyduğunu söyler. O dönemde halifelik Buveyhilerin denetimindedir.

            Maverdinin burada ise, içinde bulunduğu yeni duruma karşı bir çözüm yolu üretmekti. Böylece hilafetin devamını sağlamaktı. Alimler arasında Maverdi’nin fikri konusunda ihtilaflar bulunmaktadır. Onlardan bir çoğu onun eserini salt islamın genel siyasi görşü olarak okunmamalı, bir eşari görüşü olarak görmelidir. Çünkü Maverdi bir eşariydi ve onun eseri bu görüş çerçevesinde yazılmıştı. Gibb’de aynı görüşte olup “kitabı eşari görüşü çerçevesinde okunması gerektiğini söylemektedir.”

            Bazıları da bu görüşe karşı çıkarak, Maverdinin Mutezile veya Eşari değil bir Sünni alimi olduğun belirtmektedir. Onun herhangi bir mezhep veya fırkayla ilişkilendirilemeyeceğin söylerler. Oryantalist Henry Lavest ise Maverdiyi Kanun ve Şeriat konusunda uzman bir fıkıhçı olduğunu herhangi bir mezheple irtibatlaşamayacağı görüşündedir. Kitabı Ahkamı Sultaniye ise İslam kanunları hakkında olup, genel olarak ele aldığını asıl ağırlığını devlet ve müesseseler konusunda yaptığını belirtir.

            Maverdinin bu temel eseri aslında bir anlamda İslam devlet yönetimi alanında yazılmış ilk eser olma özelliğine sahiptir. Diğer bir anlamda da o güne kadar olan ve uygulanagelen yönetim sistemlerini meşrulaştırarak, yasal bir zemine oturtma çabası olarak görülebilir.

            Kitap, bu haliyle ideal İslam devlet yönetim biçiminin veya Sünnilerin ideal devlet modelinin bu model olduğunu (saltanat, monarşik)izlenimini vermekte, böyle bir yanlış anlaşılmanın doğmasına neden olmaktadır.

 

                                                                                  İbrahim Halil ER

 

TARİHTEN NÜKTELER

RUS  NE  DEMEKTİR?

 

    Deli  Petro, Avrupa  seyahatlarından  birinde   bulunduğu  sırada  şöyle  bir  soru  ile  kaşılamış ve hemen  şöyle  bir  cevap  vermiş;

    -En  sadık  köle  demektir.

    Karşısındaki  hayretler  içinde   kalmış  ve   sormuş:

    -Nasıl olur?  Kimin  kölesi  olur?

    Çar  bu  haklı  kannati  şöyle  açıklamış:

    -Başında  kim  bulunursa bulunsun,  Rus  onun  en  sadık  kölesidir?

    Deli Petro’nun   bu  sözünde  haklı  olduğunu   çarlık  devrinden   bu güne   değin   geçen  zaman   göstermiş  olsa gerektir...

 

İBRETLİK OLAYLAR

DUNYAYI KURTARMA

 

Amerikanın sorumluluğu büyüktü. Örneğin dünyayı kurtarma görevi onundu. Bazen uzaylılara karşı, bazen vahşi bir terör grubuna karşı dünyayı kurtarmak zorundaydı. Her ne kadar bütün kurtarcıların yaptığı gibi, kurtardığı kişinin ırzına geçse de bir batılı büyüğün dediği gibi "tecavuz kaçınılmassa zevk almaya bak" prensibini karşı tarafa benimsettiğinden genellikle iğfal edilen kişi, bu olayı kendisine karşı duyulan bir sevgi olarak telakki etmekteydi.

    Gene Coni'ye dünyayı kurtarma görevi verilmişti. Bu seferki hedefi, dünya için büyük bir tehlike olan Saddam'dı. Coni hiçbir masraftan kaçınmadı. Büyük paralarla kaliteli ve süslü bombalar yaptı. Kim demiş Amerika insana değer vermiyor diye... Adamlar, insan öldürmek için hiç bir masraftan kaçınmayarak bombalar imal ediyorlardı.

            Tabiki onların en büyük gerekçeleri insanlık, demokrasiydi. Demokrasi götürüyoruz dendiğinde akan sular dururdu. İnsanlar, Amerika’nın getirdiği demokrasi sayesinde ölmüş olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Amerika en azından insanlara seçme özgürlüğü veriyordu. Silahla mı ölecekler, yoksa köle mi olacaklar seçeneğini insanlara bırakarak demokrasiye ne kadar bağlı olduğunu göstermiş oluyordu.

            Fakat o da ne? Amerika canını dişine takarak o kadar uzak yoldan demokrasi getirmek için uğraşsın, basit Arap yığınları direnmeye başlamışlardı. Zaten bu Araplara hiç iyilik olmuyordu. Hem onlar, Türkleri de arkadan vurmamışlar mıydı? Yani Türkleri arkadan vurmalarına rağmen şu Türklere ne oluyordu da Araplara karşı kendilerine yardım etmiyorlardı. Nerede yanlışlık yapılmıştı.

ibrahim halil er
milli gazete

 



[1] Kutay Cemal, Teşkilatı Mahsusa
[2] Kıcıman Naci Kaşif, Medine Mudafaası
[3] Osmanlı Ansiklopedi. Cilt:7
[4] Uzunçarşılı İsmail, Osmanlı Tarihi C. 9
[5] Kutay Cemal, Teşkilatı Mahsusa
[6] Kutay Cemal, Teşkilatı Mahsusa
[7] Kutay Cemal, Teşkilatı Mahsusa

AMERİKANIN DUNYAYI KURTARMASI

          Amerikanın sorumluluğu büyüktü. Örneğin dünyayı kurtarma görevi onundu. Bazen uzaylılara karşı, bazen vahşi bir terör grubuna karşı dünyayı kurtarmak zorundaydı. Her ne kadar bütün kurtarcıların yaptığı gibi, kurtardığı kişinin ırzına geçse de bir batılı büyüğün dediği gibi "tecavuz kaçınılmassa zevk almaya bak" prensibini karşı tarafa benimsettiğinden genellikle iğfal edilen kişi, bu olayı kendisine karşı duyulan bir sevgi olarak telakki etmekteydi.

    Gene Coni'ye dünyayı kurtarma görevi verilmişti. Bu seferki hedefi, dünya için büyük bir tehlike olan Saddam'dı. Coni hiçbir masraftan kaçınmadı. Büyük paralarla kaliteli ve süslü bombalar yaptı. Kim demiş Amerika insana değer vermiyor diye... Adamlar, insan öldürmek için hiç bir masraftan kaçınmayarak bombalar imal ediyorlardı.

            Tabiki onların en büyük gerekçeleri insanlık ve demokrasiydi. Demokrasi götürüyoruz dendiğinde akan sular dururdu. İnsanlar, Amerika’nın getirdiği demokrasi sayesinde ölmüş olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Amerika en azından insanlara seçme özgürlüğü veriyordu. Silahla mı, yoksa dayakla mı ölecekler? seçeneğini insanlara bırakarak demokrasiye ne kadar bağlı olduğunu göstermiş oluyordu.

            Fakat o da ne? Amerika canını dişine takarak o kadar uzak yoldan demokrasi getirmek için uğraşsın, basit Arap yığınları direnmeye başlamışlardı. Zaten bu Araplara hiç iyilik olmuyordu. Hem onlar, Türkleri de arkadan vurmamışlar mıydı? Yani Türkleri arkadan vurmalarına rağmen şu Türklere ne oluyordu da Araplara karşı kendilerine yardım etmiyorlardı. Nerede yanlışlık yapılmıştı.

İbrahim Halil er
milli gazete

l. Dünya Savaşında Almanların Osmanlı’yı Kullanmaları

Osmanlı devleti l. Dünya savaşına ittifak grubundan ve Almanya’nın yanında katıldı. Önceleri, Osmanlı devleti savaşa katılmak istemedi. Tarafsızlığını ilan etti. Fakat Almanların baskısı üzerine özellikle İttihat ve Terakki Partisi’nin baskısı sonucu savaşa katıldı.

 Osmanlı Alman ilişkisi 1718 Pasarofça antlaşması ile başlamıştır. Fakat Almanlarla ilişkilerin asıl gelişmesi 1878 Berlin antlaşması sırasında oldu. Ev sahibi Almanya, burada Osmanlı devletini destekledi. Bu olay, iki devletin birbirleriyle yakınlaşmasına yol açtı. 2. Abdülhamit, Avrupalı devletler arasındaki rekabetten yararlanarak bir denge politikası oluşturmaya çalışmıştı. Özellikle Almanların anti İngiliz tavırlarından yararlanmaya çalıştı. Hatta ilişkiler daha da geliştirilerek Bağdat demir yolların ihalesi Almanlara verildi. Bu ticari ilişki, Almanlarla ilişkilerin gelişmesine yaradı fakat İngilizlerin tepkisine neden oldu. Çünkü, Almanlar İngilizlerin yayılma alanlarına doğru sarkıyordu.

 l. dünya savaşında Osmanlı orduları komutanlıklarına Almanlar getirildi. Bu durum aslında Osmanlı için bir yıkım oldu. Çünkü Almanlar, Osmanlı’nın kazanıp kaybetmesi ile ilgilenmiyor, hatta Osmanlıların doğuda yenilmesini veya zayıflamasını arzu ediyorlardı. Çünkü zayıf bir Osmanlı Almanların egemenliğine girmesi demektir. Bu konuda Avusturya-Macaristan İmparatoruluğu’nun İstanbul’daki o zamanki askeri ateşesi Joseph Pomiankowiski hatıralarında şunları söylemektedir. “Mareşal Liman ile Baron Wangenheim, Berlin’den aldıkları emirleri uyguluyorlar ve herhangi bir itirazda bulunmaya cesaret edemiyorlardı”  Joshp Pomiankowiski Almanların savaş politikasını şu şekilde özetler: “Alman savaş planlarnın en önemlisi, Berlin-Bağdat demiryollarının açılması ve oradan Hindistan’a ulaşılmasıydı. Bunun için zayıf bir Türkiye gerekiyordu. Türkiye’nin mağlubiyeti ve zayiatı, Alan politikasının ekmeğine yağ sürerdi. Yalnız bu arada şunu da belirtmek gerekir ki, bunlar Avrupadaki harbin seyrini etkileyebilecek durumda değildi. Hele Çanakkale Boğazı’ndaki duruma hiç tesir etmezdi. Buna mukabil doğudaki yenilgiler, Türkiye’nin Almanya’ya olan bağımlılığını artırır ve böylece de Alman kuvvetlerinin Türkiye’ye yaklaşmasına sebep olurdu.” [1]

Hatta Çanakkale savaşının uzamasının temel nedeni de bu Alman politikasıdır. Çanakkale savaşı komutanı General Liman von Sanders savaşı uzatmış ve bu savaşı Almanya’nın Avrupa’ki durumuna göre ayarlamıştı. Hatta, Alman genel kurmayı bu konuda Liman’ı sürekli sıkıştırıyordu. Hatta, onun davranışlarını gözetlemek için Von Lassow adlı bir kurmay Albayı’nı görevlendirmişti. Çanakkele savaşının uzaması Almanyı için hayati öneme sahipti. Çünkü bütün itilaf devletleri boğazlardan geçmek için buraya yüklendiğinden Almanya Avrupa’da rahat nefes almaştı. Eğer bu cephe kapanırsa, Avrupalı devletler Almanya’nın üzerine yükleneceklerdi. Bundan dolayı, savaşın uzaması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Hatta, Liman paşa düşmanın Saros körfezinden çıkarma yapacak diye asekerleri oraya kaydırıyor veya gündüz gözünde Türk askerlerini düşman üzerine plansız programsız bir şekilde göndererek ağır kayıplar vermemizi sağlıyordu. Kendisine karşı çıkan Albay Halil Sami Bey ve Albay Fevzi Bey’i görevden alıyordu. [2]

Yine aynı mantık çerçevesinde Irak cephesine bakabiliriz. Burada Kutul Amara denilen yerde Osmanlı Ordusu büyük bir başarı elde etti ve ll.ooo. İngiliz asekerini komutanlarıyla birlikte esir aldı. Fakat Almanların Hindistan’a ulaşma hırsı yüzünden bölgede bulunan bu tecrübeli birlikter İran üzerinden Hindistan’a gönderildi. Bu durumda ırak savunmasız kaldığından İngilizlerin ikinci bir taaruzu sonucu ırak ve Bağdat düştü.

Kafkas harekatı da aynı şekilde Almanların sıkıştırması sonucu başarsızlığa uğradık. Alamanlar, Orta Avrupada İngiliz, Fransız ve Rus kıskacından kurtulmak için Osmanları Ruslara karşı yönlendirdi. Almanların sıkıştırması sonucu doğru düzgün hazırlanmayan Osmanlı ordusu Aralık ayında Sarıkamış’tan Kafkasya ya hareket etti. Mevsim savaşa uygun olmaması ve kış olması nedeniyle 90.000 askerimiz sarıkamışta donarak şehit düştüler. Fakat bu durum Almanların hiç umurunda değildi. Onlar, sadece kendilerini kurtarmak istiyorlardı. Onların yönlendirmesi sonucu biz Almanları doğu yönünde rahatlattık ama biz büyük kayıplar verdik.

Kanal cephesi de yine Almanların isteği üzerine açıldı. Almanlar, İngiliz baskısından kurtulmak ve İngilizlerin dikkatini sömürgelerine çekmek ve ayrıca, İngilizlerin Hindistan sömürge yollarının denetimini ele geçirmek amacıyla Osmanlı Ordusunu Mısır üzerine sevk ettiler. Sonuç hüsranla bittiği gibi, İngilizler Osmanlı Ordusunu takip ettiler. Hicaz, Filistin, Suriye elimizden çıktı.

Görüldüğü gibi l. Dünya savaşına Osmanlılar Almanların bir oyunu neticesinde girmiş olmalarına rağmen, yine onların emperyal çıkarları uğruna yenilgiye sürülmüşlerdi. Bu da bir ülkesinin ordusunun komutanlığının yabancılara verilmesinin sakıncalarıdır.

 

 

İbrahim Halil Er
milli gazete


[1] Joseph, Pomiankowiski. Osmanlı İmparatoruğu’nun Çüküşü, Çev. Kemal Turan, Kayıhan Yy., İst., 1990, s.90-91
 
[2] Avcı, Sinan, Tarih ve Medeniyet dergisi. Sayı, 60 Mart 1999

25 Mayıs 2013 Cumartesi

ERMENİLER KİMDİR?

               Ermeni konusunun yeniden tüm gündemimizi işgal ettiği bu dönemde bizde Ermenilerin kim olduklarını araştırmaya karar verdik. Sorduğumuz bütün insanlar, Ermenilerin kökeni konusunda hiçbir bilgiye sahip olmadıklarını gördük. Bu yazımız, konunun daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağını umarım.

           
Ermeni İsmi:

Ermeni kelimesi kuzey memleket anlamına gelmektedir. Ermeni isminin kökeni de tarihleri kadar tartışmalıdır. Ermeni efsanesine göre Ermeni ismi, Nuh’un torunu Hayk’ın oğlu Arman’ın adıdır. Arman’ın kurduğu devletten dolayı bu devletin vatandaşlarının hepsine Armani denilmiştir.

                Bu iddia tabiî ki bir efsane olmaktan öteye gitmemiştir. Ermeni ülkesi için kullandıkları bir terim olan Armina veya Arminiya ilk kez y. MÖ 510 tarihli Eski Farsça (Persçe) Bisutun yazıtında kaydedilmiştir. Eski Fars İmparatorluğunun Arminiya eyaleti (satraplığı) Van Gölü havzası merkez olmak üzere Ağrı Dağı yöresi Aras ve Arpaçay vadileri ile en Batıda Elazığ ve Erzincan yöresini içerecek şekilde Yukarı Fırat havzasını kapsamaktaydı. Aynı bölge Antik Çağ boyunca Eski Yunan ve Latin kaynaklarında Armenia, İslamiyet dönemine ait Arap kaynaklarında ise Armaniyya/Ermeniyye olarak adlandırılır. Erken dönem Türkçe metinlerde coğrafi bölge adı olarak Ermeniyye terimine 15. yüzyıl başlarına dek rastlanır.

          
Coğrafya Olarak Ermenistan:

Ermenilere göre Ermenistan büyük ve Küçük Ermenistan olmak üzere ikiye ayrılır. Büyük Ermenistan Kuzeyde; Karadeniz ve Gürcistan, Güneyde; İran ve Irak, Batıda; Kızılırmak, Doğuda; İran ve Hazar deniziyle çevrilidir. Küçük Ermenistan ise, Fıratın batısında kalan bölgedir. Ayrıca, Kilikya dedikleri Adana ve çevresini de bu bölgeye dahil ederler.

 Ermenilerin Kökenleri

                Ermenilerin kökeni konusu netlik kazanmış değildir. Genelde tarihçiler onları Kafkas ulusları içine dahil ederler. Bu köken konusu önemlidir. Çünkü Ermenilerin asıl vatanlarının Anadolu veya doğu Anadolu değil de Kafkaslar olduğu kabul edilirse, Doğu Anadolu üzerindeki hak iddiaları da mesnetsiz kalmış olur. Yukarıda da değindiğimiz gibi kuzey memleketi anlamına gelen Ermeni kelimesi, Ermenilerin Anadolu’nun yerli halkı değil bir Kafkas topluluğu olduğunu göstermektedir.

 Ermeni Dili:

                Ermenice Hint-Avrupa dil ailesine mensuptur. MS. 5. yüzyılda Din adamı Mesrob Maşdots (y. 361-441) tarafından günümüzde kullanılan Ermeni Alfabesi yapılmıştır. Ermeni alfabesi 38 harften oluşmaktadır. Günümüzde Ermeni yazı lehçesi İstanbul merkezli Batı Ermenice ile İsfahan merkezli Doğu Ermenice olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Modern Ermeniler Batı Ermenicesini kullanmaların rağmen, günümüzde Ermenistan’ın kültürel çalışmaları sonucu Doğu Ermenicesi başat Ermeni lehçesi haline gelmektedir.

 
Ermeni Dini Kimliği

                Ermeniler 301 "Aydınlatıcı" (Lusavoriç) lakabıyla anılan Aziz Grigor/Krikor'un öncülüğünde Hıristiyan dinini kabul etmiştir. Dünyada topluluk olarak ilk kez Hristiyanlığı benimseyenler Ermenilerdir. 451 yılında Ermeni kilisesi ile Rum (Ortodoks) kilisesi doktrin farklılıkları nedeniyle yollarını ayırdılar. Böylece Ermeniler, kendilerine özgü ayrı bir mezhep oluşturup, diğer hristiyan topluluklarından ayrılmış oldular. Ermeni Apostolik Kilisesi adını alan ulusal kilise, Batılı kaynaklarda (Ermeni kilisesinin kurucusu olan Aziz Grigor'a atfen) Gregoryen adıyla da anılır.

                Ermeni mezhebinin Ortodoksluktan ayrılan temel özellikleri şunlardır:

1.    Ermeniler, Romanın üstünlük ve hakimiyetini kabul etmezler.

2.    Chalcedoince ruhani mescilinin kararalırın kabul etmezler.

3.    İsanın baba ile ayni tabiat ve ceherde bir uluhiyet olduğuna inanırlar.

4.    Arafa inanmazlar.

5.    Papanın günah bağışlamasını red ederler.

6.    Hayvanları kuraban eder eski zanlardaki ayinleri sürdürürler.

7.    Roma kilisesinin incil’e yaptığı yorumları kabul etmezler.

Ermenilerin Katolik veya Ortodoks olmamaları, onları batı hristiyanların koparmıştır. Hristiyan dünyası uzun süre Ermenilere ilgisiz kalmış, bir anlamda onları sapkın kabul etmiştir. Papalığın Ermenilere ilgisi daha çok onları Katolik yapma arzusu şeklinde olmuştur. Ermenilerin Ortodoks olmamaları da Bizans Devleti tarafından zulüm ve baskı görmelerine yol açmıştır. Bu baskı ve zulümden Türklerin Anadolu’ya girmesiyle kurtulmuş, bir anlamda dini özgürlüklerine kavuşmuşlardır. Hatta Fatih İstanbul’u alınca Ermeni Patriğini de yasal olarak kabul etmiş, Rum Patriğiyle aynı statüye kavuşmalarını sağlamıştır. Yani bilinenin aksine Türklerle Ermenilerin ilişkileri öyle düşmanca başlamamıştır. Ermeniler, Türklerin kendilerine sağladığı bu hoşgörülü tutumu uzun süre dostça karşılık vermiş, Osmanlının Teba-i Sadıkası olmuştur. Fakat batılıların yoğun çalışmaları onların yollarını ayırmıştır.

                Batılılar, uzun süre Ermenilere şüpheyle yaklaşmışlardır. Dinsel farklık, onların tepkisini çekmiştir. Onlar, Ermenileri bir hristiyan doğulu ulus olarak kabul ediyor ve küçümsüyorlardı. Gerçekten de Ermeniler, yaşam tarzları, zevkleri ve tarihleri itibariyle doğuya aittirler. Fakat, Osmanlıyı yok etme mücadelesi sonucu batılılar Ermenileri keşf ettiler. Ermenileri Osmanlıya karşı kışkırtarak Osmanlının ve Türklerin İslam coğrafyası ile irtibatını kesmeyi hedeflediler. Ermenilere verilmek istenen topraklar bir anlamda Anadolu’yu İslam dünyası ile bağlantısını koparmaya yol açacaktır. Ayrıca Ermeniler, batının ileri karakolu görevini üstlenmiş olacak, İslam dünyasında ikinci bir Yahudi topluluk misyonunu görecektir.

 

Ermeni Tarihi

                Ermenilerin ilk tarihleri hakkındaki bilgiler karanlık olup, Efsane ve destanlardan öteye geçmemektedir. Ermenilerin destansı tarihleri hz. Nuhla başlar. Onlara göre babacık anlamına gelen Hayk Hz. Nuh’un torunlarındandır. Hz. Nuh’un gemisi Ağrı dağına indikten sona, oğlu Yafesin oğlu Hayk Mezopotamya’ya gitmiş, Babil Kulesinin yapımında bulunmuş, daha sonra büyük Ermenistan dedikleri doğu Anadolu’nun dağlık bölgesine yerleşmiştir. Hayk’ın torunu Aram, bir devlet kurmuş, Aram’ın adından alınma olarak Ermeni milleti ve devleti meydana gelmiştir.

                Ermeni tarihinin çok net olmaması, Ermenilerin bölgede güçlü bir devlet kurmamalarından kaynaklanmaktadır. Ermeniler, bölgede yaşayan büyük devletlerin egemenliğine girmiş (Asur, Pers, İskender, Bizans, Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı) veya onlara tabi devletler olmuşlardır. Bu durum, onların kendi mecralarını oluşturmalarına ve bağımsız bir tarihlerinin meydana gelmesine engel olmuştur.

                 Ermenilerin Müslümanlarla karşılaşmaları da çok erken dönemde olmuştur. Hz. Ömer döneminde İyaz b. Ganem komutasındaki İslam ordusu (638) yılında Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgeye ayak basmıştır. Van, Bitlis ve Ahlatı almıştır. Ermeniler, Müslümanlara cizye vermeyi kabul ederek İslam devletinin hakimiyetine girmişlerdir. Ermeni bölgesine giren Bizans, Ermenilerin kendisine bağlanmalarını talep edince şu cevabı alır: “Bizanslara ne vakit bağlı olduysak, kötü zamanlarımızda manasız bir yardımdan başka bir şey görmedik. İtaatimiz bir çok kereler hakaretle karşılandı. Bizi hakkımızda himayelerini esirgemeyen bugünkü efendilerimize bırakın” Bu mektup, Müslümanların Ermenilere gösterdiği hoşgörüyü göstermektedir.

Türklerin Anadolu’ya gelmeleri aslında Ermeniler için bir kurtuluş olmuştur. Çünkü Bizans’ın baskı ve zulümleri artmaktaydı. Türkler sayesinde çoğunlukta oldukları bölgelerde beylikler kurmuşlardır. Türklerde bölgede kendilerine destek olacak bir yedek unsur olarak Ermenileri gördüklerinden onlara iyi davranmış, bu durum Türk-Ermeni dostluğunu pekiştirmiştir.

 

Osmanlı İdaresinde Ermeniler

                Osmanlıların, Anadolu beyliklerini kendisine bağlaması üzerine Ermeniler de Osmanlıya tabi olmuş oldular. Hatta, Osmanlılar Bursa’yı alınca Ermeni Patrikliği de Bursa’ya yerleşti. Fatih İstanbul’u alınca Bursa’daki Ermeni Patrikliğini de İstanbul’a getirdi. Onlara, Rumlarla eşit haklar verdi. Böylece Ermeniler, İstanbul’un Kumpakı, Yenikapı ve Balat çevresine yerleştiler. Yavuz’da Tebriz’de bir çok Ermeni sanatçıyı İstanbul’a getirdi. Bir anlamda Türkler kendi elleriyle Ermenileri başkentlerine taşıdılar. Tabiî ki bunun amacı, İstanbulu kültürel bir merkez haline getirmekti.

                Türklerin Ermenilere iyi davrandıklarını bizzat Ermeni tarihçisi Vartanyan şöyle belirtir: “Türkiye Ermenisi, Rus Ermenisine göre Ermeni kültürü dili, tarihi, edebiyatı bakımından çok kuvvetli ve serbesttir. 19. yy. başlarında Ermenleri bir millet olarak, henüz Avrupa’da bilinmiyordu. Ermenileri yeryüzüne dağılmış tacirler, kendi çıkarlarından başka bir şeyle ilgisi olmayan kişiler; Yahudiler gibi vatansız milliyetsiz, serseri olarak tanıyorlardı.”

                Osmanlılar, Ermenilere o kadar haklar tanımışlardı ki Ermeni Patriği kendi adamlarıyla haraç topluyor, mahkemelerinde hukuk ve ceza işlerine bakabiliyor, nikah işlemlerini yapıyor, hatta hapis gibi cezalar verebiliyordu.

                Ermenilerin bu iyi durumlarına karşın, Fransız ihtilalinin getirmiş olduğu milliyetçilik ile Fransa’da eğitim gören Ermeni gençlerin Rumların özgürlük düşüncelerinden etkilenmeleri Ermeniler arasında bağımsızlık fikrinin canlanmasına yol açtı. Tanzimat fermanının azınlıklara tanığı haklar da onların cesaretlenmesine neden oldu. Ermeni konusunu kullananların başında Rusya gelmektedir. Rusya, Rus Ermeni Patrikliği aracılığıyla Osmanlı Ermenileriyle ilişki kurmuş, ayrıca konslosluğu aracılığıyla da bu ilişkiyi geliştirmiştir. Tabi bu arada İngiliz ve Fransız etkisini de unutmamak gerekir.

1856 ıslahat fermanından sonra Ermenilere dini ve sosyal işleriyle birlikte istedikleri kadar okul açma hakkı verildi. Bu işlerin yönetimi de Ermeni Patrikliğine verildi. İşte Osmanlı için sonun başlangıcı bu karar olmuştur. Çünkü, Ermeni okul ve kiliselerinde örgütlenen, yetiştirilen gençler, geleceğin komitacıları,  ihtilalcileri, eşkiyaları olacaklardır.

                1878 Ayastafanos ve Berlin Antlaşmalarında Ermeni bölgelerinde ıslahat yapılması kararlaştırıldı. Böylece ilk kez Ermeni konusu uluslar arası bir antlaşmaya girmiş oldu. Ardından Wilson ilkelerinde “Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk olan kısımlarına egemenlik hakkı tanınmalı, fakat Türk olmayan halklara bağımsızlık verilmelidir.” Maddesiyle Ermeniler kast edilmektedir. Mondros ateşkes antlaşmasının 24. maddesinde “vilayeti sitede (altı doğu ili) herhangi bir kargaşa çıkarsa işgal edilecektir” maddesiyle bölgeyi Ermenilere hazırlama emeline sahip olduklarını göstermektedir. Sevr antlaşmasına göre ise; “Doğuda bir Ermeni devleti kurulacak” (madde 88-93): Türkiye Ermenistan Cumhuriyetini tanıyacak; Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecektir. (Başkan Wilson 22 Kasım 1920'de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan'a verdi.)

               

 

Ermeni İsyanları

                Osmanlı topraklarında bağımsız bir Ermeni devleti kurmayı hayal eden Ermeniler ve onları kullanan devletler tarafından birer terör örgütleri olan Tifliste kurulan “Hınçak” ve Cenevre’de kurulan “Taşnak” örgütleridir. Bu örgütlerin ilk kurbanları da masum Ermeniler oldu. Fakat onlar bu katliamlarını Türkler Ermenileri öldürüyor diye tanıttılar.

                İlk isyan 1890'daki Erzurum'da gerçekleşmiştir. Bunu, yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93'te Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon olayları, 1894'te Sason isyanı, Babıali gösterisi ve Zeytun isyanı, 1896'da Van isyanı ve Osmanlı Bankası'nın işgali, 1903'te ikinci Sason isyanı, 1905'te Sultan Abdülhamid'e suikast girişimi ve nihayet 1909'da gerçekleşen Adana isyanı izlemiştir. 1914'de Zeytun'da 100, 1915 Van olaylarında 3.000 ve 1914-1915 Muş olaylarında 20.000 Türk, Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını kaybetmiştir.

 

Tehcir (Zorunlu Göç-Diaspora)

                Tedhiş hareketleri sona ermeyince Osmanlı Hükümeti çözüm olarak tehcir kararı almış ve ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermenileri, savaş bölgelerinden uzak yeni yerleşim merkezlerine götürmeye karar vermiştir.

Bu ulusa ve özellikle de Osmanlı gibi bir devleti aliye’ye yapılacak en büyük iftira onun soykırım uyguladığıdır. Osmanlı’nın sicili bu açıdan temizdir. Eğer onun soykırım gibi bir karakteri olsaydı bugün Balkanlarda Bir Yunanlı, Sırplı ve Bulgarlı kalmamış olurdu. 400 yıl boyunca onları yönettiği halde bölgeyi terk ettiğinde herkes asli kimliğine dönebildi. Bu konuda asıl sicili karanlık olanlar bu soylu devlete iftira atmaktadırlar. Fakat yine dünya harbi sırasında uygulamadan kaynaklanan yanlışlıklar oldu. Bu yanlışlıkları görmek, çözmek ve tamir etmek de biz torunlarına düşmektedir. En büyük yanlışlık kanımca kışın ortasında bir ulusu kadın, çoluk ve çocuk demeden yerinden etmektir. Haklı gerekçeleri bile olsa, masumların ölümünü düşünerek daha farklı metotlar ve zamanlamalar uygulanabilirdi. Fakat 1915 Tehcir olayı diasporadaki Ermenilerin iddia ettikleri gibi bir soykırım değildir. Osmanlı, yine kendi vatandaşları olan Ermenileri, o sırada kendi toprakları olan Suriye’ye göndermişti. Ermenilerin bölgede kalması, beklide bölge halkları ile daha büyük sorunlara yol açabilirdi.

Sorunun nasıl başladığını anlamak için birazda Ermeni sorunun aslına dönelim. 1916 yılında Ermeni kuvvetleri Rus ordusuyla birlikte Erzincan’a  kadar geldiler. Bu durum, Ermenilerin Rusları destekledikleri ve lojistik destek sağladıklarını göstermektedir. Türk milletinin de zaten Ruslardan çok Ermenilere tepkileri vardır. Çünkü kardeş bildikleri bir ulus onlara ihanet etmiştir. İhanete uğramanın verdiği bir hırs vardı. Ayrıca, Ermeniler, Ruslardan daha çok zulm ediyordu. 1919’da Ermeni kuvvetler Kars’a kadar olan yerleri işgal ediyorlardı. İtilaf devletlerinin aldıkları yerlerde Ermenileri vali yapmaları doğuda milli mücadele ruhunu ateşlemişti. Bu durumu İngiltere Yüksek Komiseri Calthorpe’un 29 Temmuz 1919’da Londra’ya gönderdiği bir raporda General Milne bu direnişi şöyle yorumluyordu: “Büyük Ermenistan sözü, milli hareket ateşini alevlendiriyor… Kürtleri tekrar sırt sırta Türklerle bir hizaya getiriyor…”

                Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa, 15 Haziran 1919 tarihinde Sadrazam’a yazdığı raporda  Ermeni mallarının akıbeti hakkında bizlere bilgi vermektedir: “Beyazıt’ta baş göstermeye başlayan Ermeni sızıntısı, az bir zamanda Van’dan Hopa’ya kadar bütün sınır üzerinde genişleyecek bir niteliktedir. Buna engel olmak resmi kuvvetlerimizin her türlü girişimlerine karşı koymasıyla mümkündür… Ancak, bu bölgeye bir de Ermeni göçmenlerin dönmesi sorununu da çözümlemek gereklidir. Osmanlı Ordusu, Erzurum ve bölgesini geri alırken çekilen Ermeniler, Müslüman köylerini tüm yakıp yıkmışlar idi. Buralar geri alındıktan sonra yerlerine dönen Müslüman halkın çoğu, kendi köylerini yıkılmış görünce, zorunlu olarak boş ve yıkılmaktan kurtulmuş bulunan Ermeni köylerine yerleşmişlerdir. Bugün Ermeni göçmenleri geri dönecek olurlarsa, Müslümanlar tüm açıkta kalacaklardır. Bir de bu bölgeye Ermeni nüfusu eklenirse, bu durum şiddetlenecektir… İşte bu gibi zorunluluklar, Ermenilerin bu yıl için Osmanlı memleketlerine alınmamalarını, kesinlikle gerektirmektedir.” (Türkiye’nin Düzeni Doğan Avcıoğlu)

                Bütün bu olaylardan sonra Talat Paşa başkanlığındaki ittihat ve Terakki Hükümeti Ermenileri bölgeden sürdü. "Tehcir Kanunu" olarak bilinen; ve fakat Türk ordusu savaş alanında olduğu için cephe gerisinde oluşan isyan ve ayaklanmaları önleme gayesi güden "Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkına geçici kanun" 27 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilmiştir. Kanun, 1 Haziran 1915 günü dönemin Resmi Gazetesi Takvim-i Vekayi'de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. 10 Haziran 1915 tarihinde yayımlanan bir emir yazısı ile de, göçe tabi tutulan Ermenilerin malları koruma altına alınmıştır. Bir başkan ile, biri idari diğeri de maliyeci olmak üzere iki üyeden oluşan "Terkedilmiş Mallar Komisyonu" kurulmuştur. Bu komisyonlar, boşaltılan köy ve kasabalardaki Ermenilere ait malları tespit edecek, ayrıntılı defterlerini tutacaktır. Defterlerden biri bölgesel kiliselerde korunacak, biri bölge yönetimine verilecek, biri de komisyonda kalacaktır. Bozulabilir eşya ile hayvanlar açık arttırma ile satılacak ve parası korunacaktır. Komisyon gönderilmeyen yerlerde, bildiri hükümlerini bölgelerdeki görevliler yerine getirecektir. Bu malların Ermeniler dönünceye kadar korunmasından hem komisyon, hem de bölge yöneticileri sorumlu olacaktır.

Cumhuriyet Dönemi ve Ermeni Terörü

                Ermeni terörü Cumhuriyet dönemindede büyük bir hızla sürdü. Türkiye üzerine sömürgeci emeller besleyen İngiltere ve Rusya'nın kurdurduğu Taşnak ve Hınçak komitelerinin ülke içerisindeki kışkırtmaları sonucunda meydana gelen isyan ve katliamların yanı sıra Ermeniler, 1905'teki Yıldız Suikasti'yle silahlı terör metodolojisinin ilk örneğini vermişlerdir. Talat Paşa ve Cemal Paşa'yı da aynı yöntemle şehit eden Ermeniler, uzun bir aradan sonra 1965 yılında tekrar terör metoduna dönmüşlerdir. 1970'li yıllarda ise ASALA "Ermenistan'ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu" sahneye çıkmış, 1984'e kadar 42 Türk diplomatını şehit etmiştir. 

Ardından, Asala örgütü geri plana alınarak PKK hareketi desteklenmiştir. 4 Haziran 1993 tarihinde; Ermeni Hınçak Partisi, ASALA ve PKK terör örgütü mensuplarının katılımıyla Batı Beyrut'ta bulunan PKK terör örgütü merkezinde bir toplantı yapılmıştır. 6- 9 Ocak 1993 tarihlerinde Beyrut'taki iki ayrı kilisede düzenlenen ve Lübnan Ermeni Ortodoks Başpiskoposu, Ermeni Parti yetkilileri ile 150 gencin katıldığı toplantılarda, PKK terör örgütü ile yapılan mücadele kastedilerek; Türkiye'de iç savaş devam edeceğine, Türk ekonomisinin sıfır noktasına gelerek, vatandaşların baş kaldıracakları dile getirilmiştir. Buna bağlı olarak, Türkiye'nin bölünerek ve bir Kürt devleti kurulacağı, Ermenilerin Kürtlerle olan ilişkilerini iyi bir şekilde yürütmeleri ve Kürtlerin mücadelelerini desteklemeleri gerektiği konuları dile getirilmiştir.

Bugünde Ermeni sorunu tüm uluslar arası arenada karşımıza çıkan en önemli sorundur. Beklide önümüzdeki on yıllar, bu sorunla yatıp kalkacağız. Bugün bir çok batılı başkentlerde ve parlamentolarında Türklerin Ermeniler soykırım uyguladıkları tartışılmakta Fransa da olduğu bazıları bunu kabul etmektedir. Hatta Amerikan senatosu bu her Nisan ayında gündemine almakta, Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmaktadır. Bir anlamda Türkiye’yi pazarlık masalarına oturtma hedefi güdülmektedir. Ermeni soykırım iddialarının kabul edilmesinin en önemli sonucu arkasından gelecek olan tazminat ve toprak talepleridir. Yani Ermenilere soykırım uygulandığını kabul etmekle iş bitmemektedir. Ermenilerin şu anda en büyük amacı dünyanın önemli devletlerine soykırımı kabul ettirmek, ardından Türkiye’ye baskı uygulayarak tazminat ve toprak talep etmektir. Bu durum, ülkemizin birliğini ve varlığını tehdit eden en önemli unsurdur.

 

 

İbrahim halil er
milli gazete

YENİ YIL


YENİ YIL (Hicri Yılınız Kutlu Olsun)

 

Yeni yılı bu arada sessiz sedasız kutladık.

Kimselerin haberi olmadı yeni yılımızdan.

Çam ağaçlarını kesip tabiata zarar vermedik.

Culluk’da kesmedik,

 

Yeni yılımızda, şehirler süslenmedi. Belediyeler, ışık yakmadı.

Yeni yılımızda televizyonlar, günler öncesinden programlar yapmadı.

Yeni yıl kutlamalarını bangır bangır bağırmadılar.  

Kimselerin haberi olmadı yeni yılımızdan. Kimseler yeni yılımızı da kutlamadı.

 

Yeni yılımızda insanlar eğlenmedi. Müziklerle çevreyi de rahatsız etmedik.

Sabaha kadar içip insanlara da saldırmadık.

Yeni yılımız, gariplerin yılıydı.

 

Biz yeni yılımızı oruçlarla karşıladık. Muharrem oruçlarıydı bizim yeni eğlencemiz.

Yeni yılımıza girişimizi, iftar sofralarıyla kutladık. Dualar ettik yeni yılımızda.

Tüm İslam alemi, Müslümanlar ve insanlık içindi duamız.

Yeni yılımızda Muharrem coşkusu yaşadık.

Ama bir yandan da hüzünlüydük. İnsanların artık muharremi idrak etmemesinin hüznüydü.

Ama ümitsiz değildik bu topraklardan.

Muharremi coşkuyla karşılayan insanlar da vardı bu topraklarda.

Yani mümbitti bu topraklar, çorak değildi.

 

Ülkemdeki Aleviler de unutmamıştı Muharremi

Ama hicretin yorgunluğu, kerbela susuzluğuydu bizim yılbaşımız.

Her Muharremde ve her kerbelada sağ yanımız sızlarken

Aslında yaşadığımızı da hissediyoruz.

Hissiyatımızı kaybetmediğinin bilincindeyiz.

Ağlıyorsak, hissediyorsak yaşıyorduk. Yaşıyorsak, yaşatmaya da çalışmalıydık.

 

Yeni yılımız, buruk geçti. Unutulduğu için.

Ama ne önemi var. Zaten Peygamber’de meşakkatli bir yolculuğa çıkmıştı yeni yılda.

Yeni yılda, Peygamberi hatırladık gözlerimiz dolu doluydu.

Onun, çöle revan oluşu ve yeni bir dünyaya yürüyüşü yüreğimize su serpti.

 

Bizim yeni yılımız gariplerin, kimsesizlerin yılıydı.

Lüks otellerde değil, fakir sofrasında kutlanırdı.

Bizim yeni yılımızı, gözleri para hırsı bulaşmamış

Hala yüreğinde bir damar olanların bildiği bir yıldı.

Bizim yeni yılımız, şefkat yılıydı.

Şefkat Peygamberin yürüyüşüydü

 

Bizim yeni yılımız, devleti yüreğimizde yaşatmaktı.

Yüreklere hükmeden bir devlet arzusuydu.

Yeni yılımız, yeni bir devletti bizim için,

Yeni yılımız “Talaal Bedruydu”

Yeni yılımız, yeniliklerle dolu olacaktı. Ümitliydik. Çünkü ümitsizlik bize yakışmazdı.

 

Yeni yılımız hicretti. Tüm sıkıntılardan iltica etmekti. Medine’ye koşmaktı.

Medine vardı. O zaman sıkıntıya gerek yoktu.

Müslüman’ın her zaman hicret edeceği bir yurdu vardı.

Hicreti yüreğimizde yaşadık. Tüm kötülüklerden, uzaklaştık.

Ebu Cehiller varsın kendi gök kubbelerinde yaşasın.

Bizim Peygamberimizin kervanı Medine’ye yola çıktı.

Artık Ebu Cehillerin sonu gelecekti.

 

Biz yeni yılımızı yürek coşkusuyla kutladık.

Yeni yılımızda yalnız değildik. Sofralarımızda melekler konuk oldu.

Yeni yılımız kutlu olsun. Hicri 1433 yılınız kutlu olsun.

 

İbrahim Halil ER

 
milat gazetesi